(İranlı büyük sanatçı Khatereh Parvaneh için)
frekansları aynı olan birden fazla cisimden bir tanesinin harekete geçmesi durumunda diğerlerini de etkileyerek, birlikte güçlü bir titreşim yaratmaları hali
11 Aralık 2009 Cuma
farsi prenses
(İranlı büyük sanatçı Khatereh Parvaneh için)
8 Kasım 2009 Pazar
Uykumu bana geri ver
Halbuki bir kum tanesi değil miydim
İnkar edemeyeceğim inci olma umudunu saymazsak
Bir farkım yok diğerlerinden
Gizli ya da açıktan tüm bildiklerine rağmen..
Her günü bir olmuyor ademoğlunun
Her zaman iki yol yok...
Bazen bir üçüncü yol,
Çeler aklını
Uyutmaz bildikleri
Ah benim otuz yaşım!
Gel seninle anlaşalım
Bunlar bendekiler, al..
Uykumu bana geri ver
Kurumuş bir çam ormanından
Denizlere çıkan yolları bileyim
Yeter..
3 Ekim 2009 Cumartesi
Tuz ruhu
milat öncesinin afrika çöllerinde,
atom ötesinin amerikan kulelerinde değil,
doğu masallarında, borsa yorumlarında,
istihbarat raporlarında, manifestolarda da değil
tamamen şimdi ve burada.
homerosun diyarında
deniz gören evlerin balkonlarının açıldığı bu ıssız düzlükte
izmir'de homa dalyanını çevreleyen çamaltı tuzlasında kavurucu sıcakların son bulduğu eylül ayında, uzak ve fakir dağ köylerinden inen bini aşkın köylü, uçları törpülenmiş kürekleri ve türküleriyle denizin cenazesini kaldırır.
uzaklarda kalan kadınlarına ve çocuklarına özlemle rutubetten çürümüş yataklarından uyanıp umutla, küfürle ve terle gün boyu güneşin damıttığı tuzu topraktan yırtarlar
yemin etmeye hazırım
çünkü bir alamet gibidir deniz
tüm kutsal kitaplarda en az bir kez geçmiştir bilirsiniz
kan rengidir deniz ve
cennet kuşlarının kanatları altında toplanmıştır.
izmir'de kuş cennetiyle içiçe geçmiş bu tuzlada kahya çavuşların hayali kırbaçlarının emri altında binlerce köylü paslı vagonları tuzla doldurur. tahta setlerle ayrılmış uçsuz düzlükte ilkbahardan bu yana bekleyen deniz suyu, mavi ruhunu kızararak güneşe teslim eder.
suyun pembeleşmiş ölü eti, tuzdur. vagonlar güneş gibi hiç durmaz, boş gelir dolu döner, yüklerini güneşe doğru yükselen piramitlere götürür.
suya, güneşe ve tuza bakar
ilahi bir gücün olmaması çok zor der
kölenin firavunu ölümsüzdür
2 Ekim 2009 Cuma
tavuk kaptan
bir akşam iş dönüşü
boynundan
yazılar aktı gözlerinden
şiirler, mektuplar, öyküler
öfkeyle köpüren, pıhtılaşmış damarlar
altlarını çizdi olmamışların
kırmızı kırmızı
boynunu bu kadar ağrıtanın
ne olduğunu sordu kaptan
kaptan egzamalı parmaklarının arasında
boynundan kavradığı sigarasından
bir ruh çekti içine, savurup attı
bir küfür, bir hakikat gibi savurup attı
ikinci nefeste beni de savurup attı
cansız bedenim süzüldü güneşte
sıradan insanlar gibi ölüp
gömülmesini bildim
hafızanın bulanık sularına
burroughs sineği
26 Eylül 2009 Cumartesi
Hakikat'en Sıyrılma
Yerçekimine aykırı bir koridordu ruhum.
Önden önden yürüyen bu hoyrat varlıksa;
Tanıştırayım; bedenim.
Her ikisinden de sıyrılmış, bir “ben”
Tüm ilkel sesleri duymaya programlanmasına rağmen,
Sözcüklere itimat etmeyen.
Aslında, inanma sorunum yoktu.
Canımın istediğine inanabilirdim,
Kadere mesela..Gizliden, bir köle gibi bazen
Bir sonuca bağlanmak güven veriyordu.
Bu yüzden belki,
Ne hakiki bir melek görmüştüm ne şeytan..
Hakiki bir melek ya da şeytan görmemiş insan..
Hakikat nedir bilir miydi?
Ruhum ve bedenimi uzaktan izlemek
Kader miydi “ben”im seçimim mi?
Başkasının satırlarında çalım satan bir yazar gibi,
Bana yabancı bu alemi, geçici görüyor, küçümsüyordum.
Herşey olması gerektiği gibiydi sanki.
Şaşırmak için öbür dünyayı bekliyordum.
Şimdi çaresiz bir zamana sıkışmış,
Omuzlarımda hayali birer melek ve şeytan.
Gerçekliği su götürmez bir öbür dünya simülasyonuydu “ben”
Rüzgara karşı kibrit çakıyordum.
Hükmü bir tek baharda geçen.
17 Eylül 2009 Perşembe
cehennemde bir sahil kenti
kıçlarında maydanozlarıyla evlerine yol alıyor tüm kasaplık ruhlar
ben de bir ruhum ama kokmuş etim çürümüşüm gel gitten
az ötede dalgalanmış sanki zaman
limana dizelenmiş fosil balinaların arasında
gam yüklerini bekliyor paslı metaller
şiirlerini bekliyor, öykülerini kentin
anaç güvertesinde taşımak için ölüme
cehennemde bir sahil kentindeyim sevgilim
işte böyle bitiyor kafatasımın içinde bir gün
sarhoş balıkçı çekmiş oltasını beyin suyumdan
iğnesine takılan suçları ayıklıyor
küfür mü ediyor seviyor mu bu karanlık çukuru
ağzında cigarası
kaygan korteksimin kayalarına çıkıp
güneşe karşı bir güzel işiyor
ödünç ruh taşıyor lastik tekerlekleriyle sidikli vagonlar
camlara yapışmış güneş
utancından dünyayı karartıyor
renkler akıyor yavaş yavaş
kararıyorum
cehennemde bir sahil kentindeyim sevgilim
işte böyle ölüyorum
10 Eylül 2009 Perşembe
Deneysel
Anne: Dallarına kuşlar konmuş bir ağaçtan geliyor ses
Ben bir Defne ağacıyım yapraklarım kuşlarla dost
Su
sesi
geliyor
çok uzaktan
duyulmaz oldu
o eski şarkılar
şimdi
gözlerim
her yerde
seni arar
bir eski
söz gibi
sanki
Kız:
Ben bir Defne ağacıyım
Yapraklarım kuşlarla dost,
Dallarımda kuşlar.
Kuş, seni göremiyorum
Ama uzaktan sevebilirim
Seninle dost olduk.
Seni dünyadan çok sevebilirim
Okura Not: Çocuk bahçesine dönmeyecek ortam endişelenmeyin, gayet sanatsal bir çalışma paylaştığım bir çocuk da olsa ortağım.
9 Eylül 2009
9 Eylül 2009 Çarşamba
Şarkı diyor ki;
Şarkı diyor ki;
Yani çevirisi aynen bu;
Mesafeli bir ilişki olsun
Bir bir rakipleri gözden geçirelim ikimiz de
Özenelim ona buna
Bilenelim ona buna
Yumruklarımızı sıkalım
Gerekirse kırıcı olalım
Birlikte ve hatta tek başına
Farketmez
Farklı olalım, herkesi yenelim
Hırslı olmak iyidir
Zaten iyi kötü değil konumuz
Yeter ki, kazanan olalım
Radyodaki bu şarkıya eşlik edenleri,
Kafamda 1 yıl tatile gönderiyorum
6 Eylül 2009 Pazar
İç Anlatmaları-3
Güzel Zamanlara Mıhlanmış Bir Kız Çocuğu
Alsancak’tan Teşvikiye’ye yürüyorum koşar adım.
Eski evlerin pencerelerinde çiçek büyütüyorum.
Tramvay bekliyorum.
Telaşım yok.
Acele etmek günlük dilimizde kullanılmıyor o vakitler,
Mutluluk ölmemiş, yüreğimde yaşıyor,
Mutluluk diye bir “an” var,
Bir kere elimden kaçarsa..geri gelmeyecek..bunu henüz bilmiyorum.
Büyüklere anlatılan şehir masallarını yemiyorum.
Bu bir yenme-yenilme mevzusu değildir.
Hele uyum ve alışkanlıkları içeren sosyolojik bir mevzu hiç değil.
Canlılarla ise, ilgisi yok,
Ruhlarımızın üstünde ve ötesinde bir boyutta.
Korkarım uzağına düşüyorum zamanın,
Uçlarında dolaşıyorum
Bildiğin üçbuçuk atıyorum,
Bu gece hemen şimdi
Çık şu Yeşilçam ya da Gazi Kadınlar sokağından, tut omuzlarımı
Silkelenip kendime gelmemi söyle yeniden
Kestane tezgahlarına çarpa çarpa
Kaçsam da.
Al bunlar anahtarlarım
Tek tek aç şu kilitlediğin kapıları
Anahtarımı bırak, git lütfen.
23 Ağustos 2009 Pazar
İç Anlatmaları-2
Dingin Serseri
Gençliğin en güzel yanı
Dönebilmek istediğin yöne
Tepe tepe bu hakkımı kullanıyorum.
Kendimi tebrik edemiyorum, ıssızlaştım.
İçimde koşturan atları, dizginliyorum.
Deftere, kaleme yalan söylüyorum
Posta koyuyorum, küfrediyorum, aldırmıyorum
Çok kalmayacağım zaten.
Velhasıl ben de gelip geçiyorum
Sahip çıkıyorum inceliklerime.
Temiz masa örtüleri, vazoda çiçekler
En güzel demimdeyim, gel.
Bir bardak çayımı iç.
İncitmem sözlerimlen,
“Ne’n var senin öyle?” bile demem.
Dingin bir denizaltı gibiyim
Dalgaların altına indim, yosunların yanına.
Kayıp denizkızlarıyla arkadaşlık ediyorum.
Akşam sefalarına küsüm,
Yokum artık, sürsünler sefalarını
Yaseminlere döktüm içimi,hanımellerini tuttum
Sabaha kalan olmadı.
Baktım olmuyor, delikanlı değiller,
Alemi yok masal dinlemenin.
Ben artık bir masal uydurucusuyum.
Eskiler alıp eskiler satıyorum.
Biriktirip hemen harcıyorum.
Zarif semt adları, çıkmaz sokaklar,
Denize inen yokuşları seviyorum,
Antika fincanlar, tozlu perdeler, film afişleri.
Sevdiğim şehirlerin yemeklerini, uzak ülkelerin lokantalarında buluyorum
Şaşırmıyorum.
Anneme yalan söyleyip serserilerle buluşuyorum.
Meyhanelere giriyorum gece yarıları,
Tehlikeli yollardan geçip,
Şehir efsanelerinden uzak duruyorum.
Şehirlerarası bir otobüs camı gibiyim, alnını bana yasla,
Seyret ve yol bitince in lütfen.
21 Ağustos 2009 Cuma
bir ortaçağ meleğiyim ben
tanrının gözdesi, insanların umudu, idealiydim
erkeklerin ve kadınların
ne zaman hakikat yansısa günlerine
benim getirdiğime inanırlardı
şimdi yıpranmış güçlü kaslarım
şimdi kırılmış diri kemiklerim
ve şimdi kargaların utanç veren kahkalarla güldüğü bu kanatlarımla
yaşlanan bir adamım ben
ne olur aramayın yüzümü
ölmüş biriyim kiminiz için
görün gösterdiğim hakikati
bu boş çekmeceler sizin
14 Ağustos 2009 Cuma
arkadiyar
cenneti mi istersin, cehennemi mi
cehennem diyorsan şu yoldan hiç sapmadan devam et
cennet istersen
işlemler için sıra numarası almalısın.
araf'ta işler bildik düzenle yürüyordu
ufak bir iyilik için bile bir dizi bürokratik işlemi yerine getirmen bekleniyordu
ve tabii ki herkesin isteği cennete girmekti.
cehennem hiçbir işlem gerektirmiyor gibi görünse de cennette şansını denemek istediğini biliyordu. Sıra mumarasının alındığı cihazdan çıkan kağıttan 3 milyon 696 bin 841'inci kişi olduğunu öğrendi. Dişlerinin arasından ıslık gibi bir küfür kaçırdı. Elini ağzıyla kapattı, etrafına baktı. kendi kendine kızdı. cennete girmek için kapısındayım ve küfür ediyorum. tövbe etti. bir daha küfür etmeyeceğine yemin bile edebilirdi ama etmedi.
Araf'ta işler ağır ilerliyordu.
geniş salonda milyonlarca umutsuz göz, hayali bir ufka dalmış sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu. sıcak, havasız salonda etrafına bakınıp tanıdık yüzler aramaya çalıştı. buranın öbür dünya olduğunu hatırlayıp elindeki kağıtla oynamaya devam etti. yeni ölenlerin açtığı kapı ve görevlilerin kağıt fışkıran dosyalarla dolu tekerlekli arabalarından başka hiçbir şey hareket etmiyor gibiydi. hareket edenler de gıcırdıyordu. sıkıldığını hissetmesine rağmen ne kadar zamanın geçtiğini de anlayamadı. arafta saat yoktu.
hayat boyu varlığından şüphe etmişti. yok dememişti, korkmuştu çünkü var olma ihtimalinden. 'varsa ve ben reddediyorsam bu kötü bir şey olur' demişti. gördüğü rüyanın bu kadar uzun sürmesi, bir türlü bitmek bilmemesiyle anlamaya başladı gerçekten öldüğünü. ve bu rüyada hayat boyu taşıdığı hiçbir şeye inanmama kibri nedense birden silinmiş, tanrıyla tanıştığına gönülden inanmıştı.
korkuyor muydu... öbür dünyada sandığından daha güzel gelişiyordu her şey. tanrı, seçeneğini sorarken bile yargılamıyor yalnızca isteğini soruyordu. üstün olan birinin konuşmasına benzemiyordu hiç, daha çok bir yol gösterici gibiydi. artık korkmadığından emin olarak elini çenesine koydu, yapılabilecek tek şey olan o kısa ve tatlı hayatını hatırlamaya çalıştı. başından geçenleri, özlediklerini, pişmanlıklarını... Çok sonraları bu durum için 'aslında işlemler o anda başlamıştı' diyecekti. Bir kaç kopuk anıda kaybolduktan, zaman zaman dağıldıktan sonra bunun böyle olmayacağını, hikayeye en baştan başlamak gerektiğini düşündü.
ilk hatırladığının ne olduğunu yaşadığı süre boyunca da hatırlamaya çalışmış, kavrulan bir yaz günü dut ağacının etrafında dönerken tele takılıp kafasını yere vurduğu o günden önce her hangi bir şey olup olmadığını sık sık sormuştu kendine. Olmadığını sanıyordu. Zaten bu anı bu hikayenin başlangıcı için yeterince ironik bir olayı aktarıyordu.
Ailesinden öğrendiğine göre dünyaya olması gerekenden geç gelmişti. Doktor üçüncü gün de gelmezse ameliyat demişti. Tehditle gelmişti bir nevi. Sessiz, zeka kıpırtısı vermeyen bir bebeklik sonrası kayıt makinası ilk kez kafanın zemine sertçe çarpmasıyla çalışmaya başlamıştı. Darbe olmasaydı başlar mıydı ? O belki aynı kişinin başka bir olasılık evreninde gerçekleşen hayatının hikayesi olabilirdi. Daha mı iyi olurdu ? Direk cennet olması bakımından şüphesiz iyi olurdu ama yaşam sonrası sonsuza kadar cennette olma ihtimali için hayat boyu cehennem kesinliğini yaşamak aptalca olurdu.
Elini çenesinden kaldırdığında kolunun uyuştuğunu hissetti, hala eli, kolu olan bir yaratık olmasına sevindi. dışarıya baktı, güneş görünmemesine rağmen gündüzdü. hiç bitmeyecek güne alışmaya çalışıyordu.
...dünya takvimiyle aylar geçti. en azından o öyle hissediyordu. her gün, başrolünü kendisinin oynadığı filmin sırasıyla tüm sahnelerini hatırlamaya çalışıyor, yönetmenin her sahnede aslında ne anlatmak istediğini yorumlamaya çabalıyordu. arafa geldiği ilk günlerdeki heyecanı yerini öfkeye bırakıyordu. Anlamsızdı. böyle bir öbür dünya anlamsızdı. cennet için sevap saydırmak, kendini hem sanık sandalyesine hem yargıç sandalyesine oturtmak anlamsızdı.
kafasının içinde dünyadayken cennet ve cehenmem fikirlerine güldüğü, dalga geçtiği sözler yankılanıyordu. bu nedenle buraya ilk geldiği gün kendini baştan kaybetmiş kabul etmiş, böyle bir gerçekliğin ortada olmasına da tepki göstermek için 'cennet mi kalsın, gerçek buysa ben cehenneme giderim' yanıtını vermeyi düşünmüştü. Yerinden kalktı, hızlı adımlarla gıcırdayan kapıyı sertçe iterek dışarıya çıktı. Elinde tuttuğu sıra numarası kağıdını yırtarak küçük parçalara ayırdı. Yalnızca son rakamın yani 1'in yazılı olduğu parçayı tutup cehenneme doğru yürümeye başladı.
Yol üzerinde pratik, şark kurnazı aklı tekrar konuşmaya başladı. cehennemin kesinlikle kötü bir yer olduğunu, orası nihai son gibi gözükse de bu sonun hemen gelmesinin gereksiz olduğunu, cennete gitmek için olmasa bile cehenneme mümkün olduğunca geç gitmek için arafa biraz daha sabretmek gerektiğini anlattı. ikna etti. geriye dönerek tekrar sıra numarası aldı. 2 milyon 461 bin 290 geldi. aldığı ilk sıra numarasının bundan daha büyük olduğunu gördü. önceki numarayı yırtıp yenisini alarak öne mi geçmişti.
tanrının arafta insanları sınamaya devam ettiğini, bu nedenle sabırla acılara dayanmaya çalışmak gerektiğini, sonunda mükafatın mutlak olduğuna kesinlikle inandığını söyleyen biriyle tanıştı. aslında çoğunluğun aynı dünyadaki gibi böyle düşündüğünü farketti. ona ikinci aldığı sıra numarasının neden ilkinden küçük olduğunu sordu. O da işlemlerin düzenli sırayla ilerlemediğini, henüz anlaşılamamış bir sıranın sözkonusu olduğunu, sıra numarası 1 olan bir kişinin bile 1 rakamına sıra gelene kadar beklemek durumunda olduğunu söyledi.
(devam edebilir ama etmeyebilir de)
10 Ağustos 2009 Pazartesi
Bir İntiharın İçyüzü
Sözcüklerden bir halat yapıp geçiriyorum özenle hazırladığım ilmiği boynuma. Her sözcük yerini buldukça daralıyor ilmik. Ölüm şeklimi kendim seçtim, bana yakışanı bu.
Beni olsa olsa bir şiir öldürebilir.
Gülme, her şiirde öldürüyorum kendimi biraz daha. Kadınla erkek eşittir diyorum hala. Ölürken de aynı şeyi söylüyor olacağım. Beyin loblarının içinde olan biteni çözemediler hala. Çözdüklerinde herkes çok şaşıracak. Gülme, anlamaya çalış biraz.
Bile bile ölüyorum. Benim yazgım bu, bu olmalı, kendi yazgımı kendim yazmalıyım. Bir yazara yakışır şekilde. Seni tanıdığımda başındaydım öykümün. Şimdi sonundayım, sen hep o öyküde oldun, ama bilmeden ölümüme de sebep oluyorsun. Şimdi son söz ölümün.
Hatırlar mısın, kaza süsü verilmiş bir ölümden daha vahim olanı bir kazaya kurban gitmektir demiştin bir keresinde. Gülmüştüm, dudağımın kenarındaki endişeyi saklayarak. Ne acı ki ben ikisini de seçmiyorum. Ben intiharı seçiyorum. Bile bile ölüyorum. Bu son öykü kendim için olacak-diğerlerinin hepsi seninle birlikte yaptığımız şu duvarda bir sanat eseri gibi duran kitaplığımın en alt rafında mavi telli dosyanın içinde. Mavi telli dosyayı hatırlamış olmalısın- gülümsediğini görüyor gibiyim- ehliyetini çıkarmaya gittiğimizde birbirini tekrar eden kişiler ve işlemlerden biriydi bizimki. Karşımızdaki görevli, ehliyeti yeniden çıkarabilmemiz için yapmamız gerekenleri, ezberini iyi yapmış bir öğrencinin kendinden emin tavrıyla, dilekçe, 6 vesikalık fotoğraf, bir tane de mavi telli dosya olarak sıraladıktan sonra ilgisini önündeki bilgisayara çevirerek artık gitmemiz gerektiğini belli etmişti aklınca. Mavi telli dosya vurgusunu o an algılayamayıp sıra ona geldiğinde, aynı cehennemin içinde biryerde dosya alınan yere gelip işi sadece telli dosya- düzeltiyorum mavi telli dosya hatta sadece bir çeşit mavi telli dosya- satmak olan kişiye;
- Telli dosya alabilir miyim, demiştin verilen görevleri artık tamamlıyor olmanın verdiği rahatlıkla.
Oysa karşımızdaki adam yaptığı işin ciddiye alınmadığını düşünüp - oysa kendi gerçekliğine savaş açtığının da farkında değildi zavallı- üstüne basa basa:
- Mavi telli dosya mı? diye sorduğunda yaklaşık saniyenin onda biri zamanda durumu algılayıp şaşkınlıkla karışık alay ifadesi takınmanın bir çuval inciri berbat edebileceğini ve işimizin ertesi güne sarkabileceğini ışık hızıyla farkettikten sonra şaşkınlıkla karışık alay ifademizi içimize atarak evet demiştik ikimiz de adama. Ne olur ne olmaz diyerek iki tane aldığımız o mavi telli dosyalardan birini bana vermiştin o gün. Şimdi öyküler ve şiirlerim duruyor içinde. O mavi telli dosyayı al benden sonra. Gün gün beni bu son öyküye getiren herşey orda. Her sözcük yerli yerinde, ne bir eksik ne bir fazla.
Şimdi bunları sana neden anlattığımı düşünüyor olmalısın. İnsan olarak yaşadığımız her anın bir anlamı var da ondan. O önemsiz gibi görünen mavi telli dosyanın ve işi sadece o mavi telli dosyayı satmak olan adamın. O adam onu yazmam için ordaydı. Bunu düşündün mü hiç? Ve ben de bu yüzden ölüyorum.
Beni olsa olsa bir şiir öldürebilir.
Bile bile ölüyorum. Benim yazgım bu, kendi yazdıklarımla ölmek. Her sözcük zehirliyor beni biraz daha. Ocağı da açık bırakıyorum eğer ihanet ederse onlar bana.
Hoşçakal,
9 Ağustos 2009 Pazar
burnuna dayadı anahtarı bastı tetiğe
yaşamın değerini anlayacaktı
biri, bir şey, kolları elleri olan bir şey
bir gül uzatacaktı ona
bir kırbaç uzatacaktı
ama anahtar kilidin içinde amaçsızca döndü.
şiir içinde de düzyazı içinde de olsa sabrı test etmek aptalcaydı
çünkü anahtar sonsuz dönüşte kilit sonsuz duruşta kararlıydı.
'amor fati'yi düşündüğünü hatırladı az önce
kaderini sev derken tam olarak ne anlatmak istemişti bilge
evrimde bir adım geride kalmış bunca elsiz, kolsuz yaratığın çokluklarıyla kurduğu egemenliği mi sevmek
böyle düşününce kendini tanrının oğlu gibi hissediyordu
ama kapının bir türlü açılmaması öyle olmayabileceğini,
tanrının pekala olmayabileceğini düşündürüyordu
usanıp eşiğe oturdu, kafasını kapıya dayadı
elinde tuttuğu anahtarı burnundan içeri sokarak gözünden akan yaşa aldırmadan
en dipteki kıkırdağın üstüne yapışmış kuru sümük parçasını söküp, sürüyerek çıkardı.
ışığın altında dikkatlice inceledi.
annanesinin, kafasının üzerine gerilen örtünün üzerinde tuttuğu içi su dolu cezveye, ateşten aldığı tavadaki kaynamış kurşunu döktüğü anı hatırladı. cosss.
cezveden çıkarılan garip şekilli metali elleriyle inceleyip üzerinde nasıl nazarlar ve büyüler olduğunu saptamaya çalışmışlardı annesi ve bir kaç kadınla birlikte.
beyninin içinden söküp aldığı yeşil kurşunun kıvrımlı şekillerine bakıp kapının açılıp açılmayacağına ilişkin alametler görmeye çabaladı.
olmadı. anahtarını ve ellerini yıkadı.
tanrıyla uğraşmaktan vazgeçmeye karar verdi.
kapıya arkasını dönüp uzaklaşırken baş kısmında kader yazılı anahtarını neşeli bir hareketle havaya atıp yere düşmesine izin vermeden tuttu
henüz tek bir anahtar olduğundan roman kapısından giremeyeceğini biliyordu, ama elindeki tek anahtarın öykü kapısını bile açamamış olmasına üzüldü.
8 Ağustos 2009 Cumartesi
Boktan bir yalnızlık
Kadınla erkeğin eşitliği üzerinde sağ beynimle sol beynim tartışıyor kendi arasında. Sonuç: Kadınla erkek eşittir. Onları eşit kılan sadece ve sadece bir ayrıntıdır. Aksini iddia edenlere açıklanmak üzere ayrıntı bende kayıtlı. Yazıda doğru yer değil belki ama içimde bağırarak gerçekliğini anlatma isteği uyandıran bu önerme yerini bulmuş olmalı en sonunda.
Boktan bir yalnızlık benimki, birbirinin tekrarı öğleden sonralardan birinin akşam üzerine yol alan saatlerinin hüznüdür belki de algıladığım. Birbirinin tekrarı öğleden sonralardan birinin akşama kanat açmış zaman yelkenlisinde yolalıyor camdan yapılmış sabahlarım. Boktan bir yalnızlık benimki, aynı akşama çıkıyor bütün sabahlar. Dünyanın bütün sabahları geri dönüşsüzdür, repliği düşüyor aklıma. Alain Corneau’nun Dünyanın Bütün Sabahları’ndan.
Dorian Gray’in sonuna hayran oluyorum. Tam benim bitirmek istediğim gibi. Kendi gençliğine hapsolan Dorian Gray. “Cennet de cehennem de içimizde” diyor kitabın bir yerinde Gray.
Boktan bir yalnızlık benimki, en derin yeri(*) iki sözcüğün birbirine olan uzaklığı kadar. Ne kadar uzak olabilir ki sözcükler birbirine? Aklımız mı koyar uzaklığı, yoksa sözcükler mi belirler birbirine olan mesafeyi? Kim belirler bir diğer nesneye olan uzaklığını? Sorular kaplıyor kafamın içini ardı ardına, sorular. Cevaplarını bul diyor bana. Cevaplarını bul. Sonucu yalnızlık olsa da.
(*) Gümüş
boktan bir sonsuzluk
hep birlikte oluş içinde yüzüyorlardı. tepelerindeki bozuk sifon, zamanı hatırlatma telaşıyla damlalar salıyordu üstlerine.
gökgürültüsüyle başladı cenaze töreni. ceset önce morga sonra kimsesizler mezarlığına gitti. dünya bir pislikten daha kurtulmuştu. kağıdın buruştuğu, katlanıp ıslandığı gölgeli bedeninde bir hikaye aradı gözlerim. sanki büyük ruh benim için not bırakmıştı bir yerlere.
öl, gel, ol, git...
yok. daha ölmemiştim. kafamı bu konuda karıştırabilecek bir istencim olsa da bu en fazla ara vermekle ilgili olabilirdi. mevcut şartlarda olanaksız gibi gözüken yaşama ara verme istenci.
süreli ölüm..
sürekli yaşam yoruyor insanı, ardardalık ağır geliyor beyne ve bedene. aynı günün ve gecenin durmadan tekrarlanması mayasıyla yoğrulmuş sanki tüm olan. her şey sonsuzca tekrarlanmak zorunda. işte bu yıkıyor beni.
aynı derede tekrar yıkanılmaz demişti heraklit. kaçırdığı bir nokta vardı bence, su değişse de yıkanma eylemi ve yıkanan hep aynıydı.
herkes ayağa kalksın şimdi bugünün duasını okuyacağız. tekrarlayın.
büyük ruh,
küçük insana
sonsuz tekrarlara
dayanma gücü versin
amin
29 Temmuz 2009 Çarşamba
Çözülmeler/Kopuşlar- EPISODE 2
Göğsümde teneke bir kutu.
Tıngırtısı benden önde gidiyor,
Uzun uzun yolları yürürken
Kendi içimden geçiyorum topuklarımı vura vura
Anlatmamaya yeminliyim.
Piç ettim lisanı,
Eskisi gibi net değilim,
Flulaştım.
Sıfıra çok yakınım
Artıya da eksiye de aynı şiddette yatkınım.
Sözlerim de hiçbir noktanın önünde duramıyor,
Noktayı buluncaya kadar virgül virgül virgül,,,
Zerafetle ifadesi öyle zor ki,
Göğsümdeki teneke kutuda saklı ipekli mendilim.
Safiyeti gördüğüm yerde başlıyorum ağlamaya,
71 milletin sesinde kayboluyorum.
Yanlış.
İçi oyulmuş bir ağaç gövdesiyim.
Gazoz ağaçlarına inanıyorum hala,
Filmlerin, şarkıların içinde yürüyorum
Ellerime kollarıma eril kementler, kelepçeler
Yakalanır mıyım daha?
Serçe kalabilir miyim hala ?
Silahlandım, ne bekliyordun?
Düz yollar dururken
Dikine gitmek kolay mı???
22 Temmuz 2009 Çarşamba
Adınla çağır beni
Diğerlerinden ya da birbirlerinden gizli giyilen eşyalar, üstü kapalı ve bu yüzden nerdeyse çözümlemeye kadar algılanmamış gibi görünen oysa her iki tarafı da sürekli oyalayan mesajlar, evle, evin içinde ve dışında olup bitenlerle ilgilenirken aslında temelde birbirlerine vermeye çalışılan mesajlar, sözde kayıtsızlıklar, limonata, güneş kremi, kitaplar, espadriller, renkli kalemler, Akdeniz esintileri, Marzia, Chiaria ve Vimini..1980'lerin ortasında italya, entellektüel bir aile ve bu ortamda kendine yer bulan güçlü bir öykü.
Aşk’ı okurken hissettiğim eksiklik yüzünden bırakıp bir öneriyle başladığım Adınla Çağır Beni, bir nefes çekişi sürede okuduğum ve belki de okuduklarım içinde içinde aşkı en başarılı şekilde anlatan kitapların başına yazdırdı adını. Sonra Aşk’a devam ettim, o boşluk tamamlandı, eşzamanlı Adınla Çağır Beni’yi tekrar okudum.
Bunca aşktan sonra fırtınanın hızını kesmeyecek bir kitap...Bilen, duyan var mı?
Kitapta altı çizilenler
“Daha sonra”
“Daha sonra değilse ne zaman? “
“Cor cordium”
“Durursan öldürürsün beni/durursam öldür beni”
“Roma’nın her tarafında Erosla karşılaşıyorduk çünkü biz onun kanatlarından birini kesmiştik ve daireler çizerek uçmak zorundaydı “
“Kime kendi adımla hitap edecektim şimdi ben? “
“Pasquino Heykeli”
“Fenesta Ca Lucive”
"Doğa bizim en zayıf noktamızı bulmakta ustadır. "
“Parce que c’etait lui, parce que c’etait moi”
“Çünkü o benden daha çok bendir” Bronte
"O akşam beraber oturur sert bir eau de vie içeriz
Thomas Hady, Well Beloved
“Ölürken bir sana elveda diyececeğim.” ve
“Kendi adınla çağır beni”
Bach'ın Goldberg Varyasyonları, hatırlamak için
Adınla çağır beni, Andre Aciman, Sel Yayıncılık, Haziran 2009,
A.N
12 Temmuz 2009 Pazar
NAZAR ALAN CAN VEREN BİR ŞAMANIN HİKAYESİ
Bu sıcakta ateş karşısında çalışanlar... Korkmayın, size bugün kötü bir hikaye anlatmayacağım, yazılabilecek binlerce trajedi olsa da bunları görmeyeceğim bugün, söz...
ateş karşısında çalışanlar...yapmak istediğim tam olarak bunun gibi bir haberdi. Birkaç gün önce Selçuk’ta bir fırında 18 yıllık odun fırını ustasıyla konuşmuştum. Okurun da beklediği ilk soru olan ‘Bu sıcakta zor olmuyor mu’ sorusuna elindeki bıçakla ekmek hamuruna çizik atmakta olan usta, yarı gülümseyerek ‘ne yapacaksın, ekmek parası’ cevabını verdi. Bu soru sorulmak, bu cevap da verilmek zorundaydı sanki, üzgünüm.
Haberin tek meslekle yetersiz olacağını biliyordum. Aklıma demir çelik işçileri gelse de fabrikaların sağlıksız çalışma koşullarını ifşa edeceğimizden endişe edip izin vermeyeceğini tahmin ettiğimden bunu sadece yazının içinde geçirmeye karar verdim.
Aklıma nazar boncuğu atölyeleri de gelmişti. İzmir’de Menderes’in Görece Köyü veya Kemalpaşa’nın Kurudere -turistik adıyla Nazarköyü’nde- halen çalıştığını bildiğim nazar boncuğu ocaklarına gitmeliydim. Kurudere’ye daha önce defalarca gitmiştim. Görecedekiler’in nasıl olduğunu merak ediyordum.
İnsanları, sıcağıyla su kenarlarına, dağ başlarına kaçıran temmuz ve ağustos, İzmir’de fuar haftasına kadar gazetecilerin nefes almasına, bu tip rahat haberler yapmasına fırsat verir.
Hafta sonu Torbalı’da tanı konulamayan hastalığa tutulmuş bir insanın acı öyküsünü haberleştirmeye giden ekibin aracına dahil olarak yola çıktım.
Habere giden arkadaşımla bu haberi yaparak aslında ne yaptığını tartıştık. Beyaz arabamızın tepesine bir ambulans sireni yerleştirmeyi önerdiğimi söyledim. Ambulansla cenaze aracı arasında bir şeydik aslında o gün. Neyse bu başka bir hikayenin konusu. Bugün size güzel bir hikaye anlatacağıma söz verdim.
-KURTARILMIŞ BÖLGE-
Arabanın, kolaylık olsun diye yapıldığı halde aslında açıp kapatması daha zor olan sürgülü kapısını kapattığımda karşımda gördüğüm manzara, tahmin ettiğimden daha serin ve güzel bir yere geldiğimi söylüyordu.
Ahşap takın ortasına asılmış, ‘Boncuk Köy’ yazılı, nazar boncuklarıyla bezenmiş bir tabelanın altından geçerek sağlı sollu ağaçların arasından yürüdüm. İlerledikçe etrafımda gördüklerim şaşkınlığımın artmasına neden oluyordu. Kayrak taşlarıyla döşenmiş yerler ve duvarlar, ilerdeki çeşme, çevredeki çiçeklikler, oturma yerleri her şey boncuklarla süslenmişti. Evrenin tüm nazarlarından korunan bir yere gelmiştim. Kurtarılmış bölgeydi burası.
Renkli boncuklara karşı bir erkek olarak henüz tam kavrayamadığım bir ilgisi olan kadınları sevinçten çıldırtabilecek bir yerdi burası. Bu dünyada boncuklarla birlikte her şey aslında estetik bir bakışla yerleştirilmişti. Kullanılmayan ağaç kütükleri saksı, kırılmış yalak taşları koltuk, dibek taşları aksesuar olarak kullanılmıştı.
Bu dünyanın içinde kaybolduğum sırada elinde koca bir şırıngayla bahçede dolaşan gözlüklü adamı gördüm. Yok bir kurgu hikaye değil bu. O şırınganın aslında ne kadar şirin bir amacının olduğunu az sonra anlatacağım.
Kısa bir tanışmadan sonra saman yastıklı, tahta sandalyeli gölgelikte oturmaya, sohbet etmeye başladık Boncuk Köy’ün patronu Kemal Kayan’la.
Buranın çok güzel olduğuyla ilgili sıradan sözleri hızla geçip ilginç hikayesini dinlemeye koyulduğum sırada daha önce görmediğim bir şey oldu. Kemal Bey’in bahçesinde 4-5 tane tavus kuşu vardı, biri beyaz, diğerleri renkli. Her birinin adı var ve bir çok da yavrusu. Hatta bir tanesine de bir tavuk annelik ediyordu. Asıl inanamadığım şey bu tavus kuşlarının oturduğumuz yere gelip ürkmeden, kaçmadan yanımızda ötmeye başlamaları. ‘’Sana hoş geldin diyorlar” dedi Kemal Bey. Sonradan öğrendim ki içeride onlarca çeşit kuş hatta dağ keçileri bile varmış.
Neyse biz sohbete gelelim.
Babası Konya’nın Beyşehir ilçesinden 1930’lu yıllarda İzmir’e göçen bir yörükmüş Kemal Bey. İzmir’de kurukahvecilik yapıyormuş ailesi. O da asker dönüşü ilk mağazasını Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde açmış. Burası ta o zamanlar da kentin en canlı sokaklarındanmış. Kemal Bey’ın açtığı bir kurukahveci dükkanı olsa da alalade bir dükkan olamayacağına da ikna olmuştum zaten gördüğüm bu güzel bahçeden sonra. Dönemin çarşıdaki ilk ışıklı tabelasını yaptırmış dükkanına. Sene 1966. Kemal Tahmis Kurukahvecisi, konfeksiyon mağazalarında bile bulunmayan albeniyle hizmetteydi.
Kemal Bey, o dönemde çarşı içinde bulunan bir boncuk dükkanını gezmiş. İlk gördüğünde tutulmuş bu işe. 2 kutu boncuğu aldığı gibi dükkanına getirmiş, vitrine güzel bir şekilde yerleştirmiş. Kahve almaya gelenler boncukların da satılık olup olmadığını sormaya başlamış. Hatta kahve yerine boncuk almaya gelenler bile olmuş. O dönemden bu yana aklından hiç çıkmamış bu iş. Yıllar sonra müteahhitlik yapmaya başlayan Kemal Bey, biraz para kazandıktan sonra bunu tutkusu için harcamaya karar vermiş.
-MALİBU ŞİŞESİNDE BONCUK OLSAM-
İzmir’de çok eski yıllarda boncuk fırınları Kemeraltı Araphan’da bulunuyormuş. Odun fırınından çıkan dumanın yerleşim arttıkça çevreyi rahatsız etmesi üzerine çarşı içindeki esnafın bir bölümü Kemalpaşa’daki Kurudere’ye, bir bölümü de Görece’ye gitmiş.
5-6 ailenin yaptığı boncuklar, İstanbul’daki biri Ermeni, biri Yahudi biri de Kayserili 3 tüccar tarafından alınıyormuş.
Kemal Bey’in yalancısıyız; bu tüccarlar o kadar düşük fiyat veriyormuş ki artık boncuk işini yapmak isteyen çıkmıyormuş. “Hala çalışan ustalar da günlük yaşamayı seviyordu, hammadde bulunmadığı için kalite günden güne düşüyordu’’ diyor Kemal Bey.
Yeri geldiği için ilginç bir anekdotla anlatalım; nazar boncuğunun hammaddesi, cam ve şişe fabrikalarının renkli cam atıklarından oluşuyor. Gelişen teknolojiyle bu fabrikaların artık saydam camın üzerine boyama yapmaya yönelmesiyle hammadde kaynakları iyiden iyiye kurumuş. Hatta bir ara beyaz renkli Malibu marka içki şişesi en makbul hammadde haline gelmiş. Ancak Malibu son yıllarda şişesini değiştirince bu kapı da kapanmış.
‘’Benim bu işe girdiğim yıllarda bira şişesinden bile boncuk yapılıyordu. Bira şişesinden yapılan boncuğa da artık boncuk dememek lazım’’ diyor Kemal Bey.
Boncuğun kaderini kurtarmak için ilk önce hammadde işine el atmış Kemal Bey. Birkaç hurdacıyla boyama olmayan renkli cam atıklarını getirmesi için anlaşmış, cam fabrikalarını tek tek dolaşmış. Hemen sonra Görece’deki ustalara gitmiş. ‘Siz de varsanız bu işi adam gibi yapalım’ demiş. Ustaların da bu işe girmesiyle tüm ocaklarda en güzel hammaddeden en kaliteli işler çıkmaya başlamış. Tabi bu durum fiyata da yansımaya başlamış. Ama Kemal Bey’in o dönemde göremediği İstanbul’un bu işe göstereceği tepki olmuş.
-DEVE ÇANIYLA BİLE KANDIRAMADIM-
Hikayesinde biraz da Kemal Bey’e de kulak verelim;
“Bu tüccarlar, tam 6 ay malımı almadılar. Ustalar üretip getiriyor, depo boncukla dolup taşıyordu. Ama alan yok. Bu işe çok para yatırmıştım. Baktım telefonla olacak iş değil kalktım İstanbul’a gittim. Ermeni tüccarla oturup konuştum. İkna edemedim. ‘Senin ne işin var boncukla git müteahhitlik yap’ dedi. Ben de eğer mal almazlarsa müşterilerine kendimin ulaşacağını söyledim. ‘Senin gücün yetmez o işe’ dediler. Baktım dükkanında deve çanları var. Benim de deve merakım var. Hala da bir devem var Pınarbaşı’nda. ‘Bu çanların hepsini alıyorum’ dedim. İndirdi tezgahın üzerine koydu. Ama dedim ‘bunun karşılığını sana boncukla öderim’. İstemedi ama kabul etmek durumunda kaldı. Böylelikle alışverişin başlayacağını ummuştum. İzmir’e geldim ama yine de sipariş gelmedi.’’
-ANADOLU YOLLARINDA-
Sanıyorum artık siz de ben de Kemal Bey ile yeterince samimi olduk. İsterseniz bundan böyle Kemal amca diyelim.
İlk Körfez savaşının çıktığı yıllar, memlekette 5-6 yılda bir olduğu üzere o dönemde de kriz var. İstanbul seferinden de sonuç çıkmayınca Kemal Amca krizden korkup, oğluyla birlikte Anadolu yollarına vurmuş kendini. Sahil şeridinden Ege, Akdeniz, İskenderun, oradan Ankara, Kapadokya, ve oradan da -İstanbul’a girmeden- Bursa’ya ve İzmir’e... Onlarca kent, yüzlerce ilçe dolaşmışlar, yolda gördüklerine sormuşlar ‘burada hediyelik eşya nerede satılır’ diye.
“İlçenin birinde boncuklarını İstanbullu tüccardan alan bir esnaf, bir önüne serdiğimiz şıkır şıkır, billur gibi boncuklarımıza bir de vitrinindeki soluk, tek tip boncuklara baktı. Telefonla İstanbul’u bağlattı. Ağzına geleni saydı karşısına çıkana’’ diye anlatıyor Kemal amca keyifli bir hatırasını.
Kemal amca güzel anlatıyor, bırakalım sazı ona;
“Malları bıraktık ama bir çok esnafa parayı ‘satınca ödersiniz’ dedik. Aradan biraz zaman geçti. Arayan soran yok. Bir süre sonra telefonlarımız çalmaya başladı. ‘Yahu arkadaş bıraktınız gittiniz, hırsızlık malı mıydı bunlar. Bir daha ne aradınız ne sordunuz. Malları sattık, gelin hem paranızı alın hem mal getirin’.
‘Tuttu bu iş’ deyip tekrar düştük yola. 350 bin kilometre yaptık, 2 araba eskittik. İstanbullu’nun ‘beceremezsin’ dediği işin üstesinden geldik. Kendi dağıtım ağımızı kurduk. Şu anda tüm turistik merkezlerde boncuğum satılıyor, ülkede benim kadar çeşitte ve miktarda üreten kimse yok. Zamanla işin tasarım yönüne ağırlık verdik. Benim amacım para kazanmak değil. İşin sanat yönüne ağırlık vermeye başladım. Farklı ürünlere hevesli olan, sanat yönünden anlayan alıcı kitlesine dönmeye başladım. Cebimin değil kalbimin emrettiği yolda gittim’’
Kemal amca, daha 10 yıl öncesinin ticaret ahlakıyla ilgili bir not da veriyor bu arada; anlattığına göre ‘satınca ödersiniz’ dedikleri parayı eksiksiz toplamışlar Anadolulu esnaftan. Kimse ‘biz sizi tanımıyoruz’ dememiş yani.
-ÇİN İŞİ YUNAN İŞİ-
Sohbetin hemen burasında Çin malını sordum Kemal amcaya. Çin’in sadece nazar boncuğunu değil tüm el sanatlarını öldürdüğünü söyledi ve ekledi: ‘’Biz hala ayaktayız çünkü bu işten zengin olma amacımız yok. Oğlum sevdiği bir işin sahibi. Gelinim var resim öğretmeni. Hepimiz yeni şeyler tasarlıyoruz. Boncuğun kullanım alanını genişletmeye, dekorasyona daha çok yaklaştırmaya çalışıyoruz. Bizim bu yaptıklarımızı Çinliler yapamaz. Buraya Çinli, Yunanlı bir çok insan geldi. Çinliler işi öğrenip taklit etmek için geliyor ama mal verdiğimiz bir Yunanlı daha akıllı çıktı. Verdiğimiz boncuğu başkalarına satarken Yunan malı diye sattığını öğrendik. Kestik alışverişi. Standart üründe eninde sonunda herkes sizi yakalayabilir ama bizim işimiz sanat. Bu yüzden korkumuz yok.’’
-AMACINDAN SAPMIŞ BİR MUHABİR-
Sohbetimiz sonrası Kemal amca beni bürosu ve galerisinde gezintiye çıkarıyor. Açık söyleyeyim kapıdan ilk girdiğimde bir boncuk atölyesinde değil Muğla yöresindeki turistik bir restorana girdiğimi hissetmiştim. Hatta Kemal amcaya “Burada neden restoran gibi bir şey yok” diye sordum. “Herkes bunu soruyor, ‘şuraya yiyecek bir şeyler koysan’ diyor. Burası çok güzel ama unutmayın ki bir boncuk atölyesi. Benim işim lokantacılık değil. Belki fincanda kahve yapabilirim ama o bile riskli’’ diyor.
Bahçenin geniş avlusundan sağa dönünce ben de anladım buranın bir boncuk atölyesi olduğunu. Gördüğüm en sanatsal boncuk ocağıydı karşımdaki. En tepesi tombul, sevimli bir yüzü anlatan bir çift nazar boncuğundan gözleriyle gülen bir çömlek, çatısı kiremit, duvarları camekan bir yörük çadırıydı bu. İçindeki ocağın bacası, duvarları renk renk boncuklara bezenmişti. Diğerlerinin aksine bu ocak gazla çalışıyordu. Ama durun bir dakika. Bunca güzel sohbetten sonra yola çıkış nedenim olan “ateş karşısında çalışanlar” haberime hiç uygun bir durum değildi bu.
Üzüldüm mü ? Hayır.
Ama ‘neden gaz ocağı’ diye sordum Kemal amcaya. Odun ocağında alevin şiddeti tam kontrol edilemediği için camın renginin soluk çıkabildiğini, ayrıca ateş karşısındaki ustanın sıcaktan kan revan içinde kalıp ustalığını tam gösteremediğini, bu nedenlerle gaz ocağında daha kaliteli iş çıkarmanın mümkün olduğunu anlattı.
Kemal amcanın bir nazar boncuğu ibadethanesi gibi süslediği bürosunu, sanat galerisini gezdikten sonra bunca güzellik kaç kareye içine sığar deyip, başladım fotoğraf çekmeye. Ama her santimini de çeksem sığmayacağını anlayıp bıraktım bir süre sonra.
Merkezden aldığım telefonla aracın bana doğru geldiğini, nazarlardan kurtarılmış bölgeden çıkıp gerçek dünyaya geri dönmek gerektiğini öğrendim.
-TAŞ TAHTINDAN OVALARINA BAKTI-
Kemal amcayla aracımı beklerken boncuk merkezli sohbetten de uzaklaşma fırsat bulmuştuk. Kemal amca bana dağ keçilerinin bulunduğu tellerle çevrili araziyi, “buraya hiç usta girmedi, hepsini oğlumla birlikte yaptık’’ dediği depoları, eski telefon direklerinden yapılma oturma alanlarını, yemeklerini pişirdikleri odun ocaklarını gösterdi.
Bahçeden çıkmadan önce gösterdiği ironik sanat eserlerini gördükten sonra aklımda sahipsiz biçimde dolanan düşünce sağlam bir kök buldu.
Aslında karşımdaki adam düpedüz bir şamandı. Kurumuş, içi çukurlaşmış ağaç köklerini saksı yapıp içine çiçekler diken Kemal amca, küçük bir mezarı andıran bu saksının başına da çarpıcı bir mezar taşı yazısı bırakıyordu: “Doğa katiline ölüm”...
İnsana benzeyen ağaç dallarını vernikleyip süslüyor, duvarlara asıp onlara verdiği isimlerle hitap ediyordu. Kırılmış yalak taşlarını alıp traşlayarak kendisine ilk çağlardaki kral tahtlarını andıran koltuk ve masalar yapıyor, bir yastık atarak oturuyor ve eserlerine bakıyordu. Kırılan su testileri için gördüğüm en anlamlı heykeli yapıyordu Kemal amca. “Su testisi su yolunda kırılır” sözünü çok duydunuz. Peki gördünüz mü ? Boncuk Köyün tam girişinde onlar adına yapılmış bir anıt var, mutlaka görün.
Sıcak bir günde ateşli fırınlarına rağmen etrafa büyülü bir serinliğin yayıldığı bahçeden aracıma doğru ilerlerken, gördüklerimi kafamda oturtmaya çalışıyordum. Kemal amcayla vedalaşıp arabama yöneldiğim sırada Boncuk Köy yazılı tabelanın altındaki nazar boncuğuna takıldı gözlerim. Nazar zaten bir şaman inancı, nazar boncuğu da bir şaman takısı değil miydi zaten....El salladığım adam neden bir şaman olmasındı...
-EY DİKKATLİ OKUYUCU
Ha bu arada, dikkatli okuyucu şırınganın hikayesini atladığımı sanmasın. Belki bir saksağan yavrusunun hikayesi bu. Daldan düşmüş yaralanmış, Kemal amcanın dediğine göre annesi ilgilenmemiş. Onu kedi köpeğin pençesine, ölüme terketmeye kıyamamış Kemal amca. Kafeste iyileştirmeye çalışıyormuş. Yavru kuş kuru yem yiyemediği için de unla suyu karıştırıp şırıngaya çekiyor, avucunun içine alıp gagasından içeri boşaltıyormuş. Arada da su veriyormuş. Ben girerken beslemişti, çıkarken de suyunu verdi. Dedim ya can veren bir şamanın hikayesi bu...
DION 11TEMMUZ 2009
8 Temmuz 2009 Çarşamba
sözcüklerbirikirşiirlerindenizedöküldüğüyerde
bütün aşklar ve
bütün şiirler
denize dökülür bu şehirde
ne yanıma baksam deniz
ne yanıma baksam şiir
- ki şiirle büyür ağaçlar
II
Trende Ad Koyma Töreni
-Otur bacım diyor adam
kucağında bebekle ayaktaki kadına-
Bacım sen daha yeni doğmuşsun
Kucağında yeni doğmuş bir bebek
Onun adı şiir olsun
Onun adı şiir olsun, şiirle büyür ağaçlar
Kimse bilmez bunu,
şiirle büyür ağaçlar
III
Şiirle büyür ağaçlar, aşkla büyür
Kimse bilmez bunu
Sokakların tanığı ağaçlar kadar
Bilmez kimse
Şiirle büyür ağaçlar
A.N
İlyana
en kestirme yoldur yaşamak -
Şiir akşamından Taksim’e doğru
Ar damarı çatlamış bir düşün
Kırılma sesidir İlyana
Üstüne basa basa
"ben simdi sana nasıl anlatayim İlyana?"
Bir şairin rakısıyla en telli sigarası arasında
En uzun yoldur senin yolun
Erotik bi şopun vitrininden sızan
Üçbeş dizedir,
Yalnız bir şiir akşamıdır
En ön masadan seyrine daldığın
Ben sana nasıl anlatayım,
Bu artık ölüm kalım meselesidir
Sözdür, sazdır, alınteridir
Damla damla kanayan
Şiir akşamından yukarı Taksim’e doğru
Uyaklı bir İstiklal akşamıdır
En kırılgan yeridir ruhumuzun
Sitemdir, selzeniştir
Fa diyez tonundan bir perdedir
Yalnızlığımız, yaşamışlığımızdır
Ah, ben sana nasıl anlatayım
Üstüne basa basa
Bir kadeh şaraba banılmış eksik bi şiirdir
Ki İstanbul’dur en yalnızımız
Vakit’siz ve ürkek bir şiir akşamıdır
Yemeklerden hemen önce alınan
Yaşamaktır İlyana
Sabahtan akşama yaşamaktır
Bağıra bağıra yaşamaktır
Geceden sabaha
Ölüm korkusudur kimi zaman
Yaşamaktan anladığımız
Sabahın geceye vuran ıssız kokusudur
Ah bir seni tanısaydım İlyana
Bir anlatsaydım sana
Parmakkapı’dan yukarı Taksim’e doğru
Titrek sesle okunan bi şiirdir aslolan
Yaşamın ta kendisidir, haykırıştır, isyandır
Üstüne basa basa
Yaşamaktır düpedüz İlyana.
(Şükrü Erbaş, Ömür Hanım ile dertleşirken düştü aklıma. Sonunu ise, istesem getirirdim. Ama az geldi yaşım, sindiremedim. Bazen belli bir sonu, konuşmak istemez insan, yeterince “ol”madığından. Birgün bir baktım, İsmet Özel noktayı koymuş bile...)
Ömür Hanımla Zaman Efendi;
Aynı pınardandı içtikleri,
Aynısıydı koşaradım geçtikleri yollar,
Ayak izleri, parmak izleri, yara izleri, hep aynı.
Uzun uzun sustukları ses,
Yerine varmayan sözleri bir.
Mesafeli bir ilişkiydi.
Elini tutmaya korkardı Ömür Hanım, Zaman Efendi'nin
İkisinin ortak korkusuydu alışmak.
Arkasından koşmaya çekinirdi Zaman Efendi, Ömür Hanım'ın
İkisi de bir an önce gitmek isterlerdi, kalmayı sevmezlerdi.
Günlerin soluğu tükenmişti.
İkisinin de, umutsuzdu misafirleri
Onların evinde,
Onlardan medet umar, onlardan dert yanarlardı
İkisini birbirinden ayrı göremez,
Acımasız, halden anlamaz, vefasız bulurlardı.
Önce Ömür Hanım anladı,
Ardından Zaman Efendi sezdi.
Yanyana dursalar da
Birbirlerine yetişemezlerdi.
Birlikte susup birlikte söylemenin
Ortak mutluluğun adını koymanın
Birbirine yetmenin
Anı yakalamanın vakti belliydi.
Su gibi..
Akıp geçmişlerdi.
Kimselere yaranamadan,
Hem en ulaşılmak istenen
Hem hep ertelenen olmaktan yorulmuşlardı.
Ömür Hanım, artık vakit gelsin istedi
Açıldı Zaman Efendi'ye.
"Daha değil" dedi Zaman Efendi,
Daha vakti var...
((.....en doğrusu son kertede iki insan
vakitsiz okunmuş bir ezandır
çünkü zaman
iki insan
ya da
hiç...
İsmet Özel))
5 Temmuz 2009 Pazar
sınav masasına oturdun işte, dayanmak çok zormuş inan bu işe
çıkardığı gürültü ve işlevinin karşılaştırılması hususunda bir haksızlık etmek istemem kendisine. ama açık olduğu sürece durmaksınız bir uğultu hali... bir fan çalışıyor ki allah... tamam, anlıyorum hava sıcak, devreleri serinletmek lazım. ama sesi duyan da afrikadan katil arı sürüsü geliyor filan sanacak. kafamın içinde şuursuzca dönen ''neden yaşlanınca sesleri yükseliyor acaba tüm makinaların ?'' sorusuna bilgiyarımın kendine has uğultusuyla şu cevabı verdiğini duydum, 'zaman sadece sizi değil bizi de yoruyor be hocam'''
Yukarıdaki metni yazan şahıs için aşağıdakilerden hangisi söylenemez ?
A- şizofrenik tanıları temel alan bir hikayeye başlamak istiyordur da çok mu çakma olur diye düşünmektedir
B- küçük sorunları abartıp pudra şekeri ve felsefe tozu ilavesiyle bir lezzet yaratmaya çalışmaktadır.
C- gelecekte insan gibi düşünen bilgisayarlar üretildiğinde kendilerini ilk anlayan kişilerden biri olarak onur ödülüne layık görülecektir. (görülemeyebilecektir de)
D-bilgisayar ses titreşimleri yoluyla şahsın beynine girmeye başlamıştır, bundan sonraki adım onu kontrol etmek olacaktır. Adamın bundan sonra yazacağı yazıların insanlığın selameti açısından dikkatle incelenmesi, gereğinde men edilmesi gerekmektedir.
E- büyük harf kullanmayacak kadar anarşik ruhlu ama de/da bağlacının ayrı yazılıp yazılmadığına takacak kadar da muhafazakar bir kişiliktir
F- sıkıntıdan bir yazıya başlamıştır, üşencinden kısa ama etkili şekilde nasıl bitiririm diye düşünürken sınav sorusu formatı aklına gelmiş ve fakat yazdığı seçeneklere bir türlü doğru cevabı yerleştirememiş birisidir.
G- bu şahsın sıcak ve gürültü nedeniyle beyin devreleri yanmak üzeredir, bırakalım yansın, bundan bi cacık olmaz
2- 1. sorunun C seçeneğinde parantez içinde yer alan ''görülemeyebilecektir de'' tümcesinde sırasıyla hangi ek ve bağlaç kümesi bulunmaktadır ?
A- fiil/belirsiz isim/işkil eki/olasılık eki/zincirli tamlama/ ayrılıkçı de-da
B- bir tek mastar yok, o da gelirse tam olcak
C-Sağlıklı bir ilişki için iki isim, bir fiil, bir çekim bir de yapım eki lazımdır
D- kurumsal olumsuz olasılıklar uyarısı olarak algıladım ben
E-unutmuşuz bunları ya
3 Temmuz 2009 Cuma
cehennemin dibi
kendiniz olacaksınız
kabuğu soyulmuş fıstık gibi çırıpçıplak
iyiyle kötü yeni anlamlar arayacaklar kalbinizde
yağ gibi akacaksınız
varlığın içinden
1 Temmuz 2009 Çarşamba
paralel evrene nasıl gidebilirim ?
kayıtsız, kızarmış gözlerim
bakıyorum güneşe mi,
karşı yönden gelen ejderhaya mı
uçarak yüzüme üfleyen alevini
gözlerimden içime akan şeritler
bayıltmak üzereyken beni
sırtımda kanatlar patlıyor
kaburga kanatlı karga oluyorum bak
korkusuzum artık.
özgürlüğün, yalnızlığın,
rüyanın yolundayım,
kimyasal enerjimle yakıp eritiyorum gerçeği
düşünen adam yapıp bozabiliyorum rahatlıkla
kırmadan üzmeden düzebiliyorum artık
sınırlı sorumlu poker kartlarını
üşenen adam yapıp bırakıyorum bu oyunu,
uyandırıyorum sıcak rüyasından şiiri
kalk
hakikatın metal dünyasına geçiyorum
kendine iyi bak.
30 Haziran 2009 Salı
Mavi Ev
Frida’nın düşü
Mavi bir evim ben
İçimden nehirler akar
Sonra kırmızı bir çizgi
Mavi bir evim ben
Düşler geçer içimden
Ayakucumda uçurtmalar
Sonra kırmızı bir çizgi
Sonrası sarı bir yalnızlık
26 mayıs,
Honduras’ta Darbe
Yara izleriydik için için kanayan
27 mayıs- 29 haziran 09
güneş bugün yengeç burcunda
boyacı faruk bunun farkında
güneşin tam arkasında
sırtında kirli kuşlar
karnında bir sidik denizi
ve içi kanser yüklü gemiler
küfürler yengeç burcunda
otobüs azap yolunda
kölelerini taşıyor firavunun
hesabım zayıf diyor
arkalarda oturan kadın
elleri yine parmaklarında
haftada 56 saat ve bayram yardımı
sigortasız dönüyor bu dünya
güneş bugün yengeç burcunda
bir rüyaya ağıt
Bir bir ışıklarını yakmaya başladılar geniş salonun,
pencerelerini açtılar.
-Bu oyunu nasıl bitireceğimiz konusunda bize talimatlandırıldığı gibi hareket edeceğiz
dedi içlerinden şişman, yaşlı ve kurnazca görüneni.
Bastılar mantığın gri, çamurlu postallarıyla
düşün nedensiz rüzgarlarla savrulmuş,
sonsuz renkli yatağına.
Duruma müdahil oldu bir kaçı,
sürükleye sürükleye çektiler önce meydandan tüm başıboşlukları,
kendinden oluşları.
Renklerin sonsuzluğunu soldurdular sonra ellerinde mantığın tıslayan spreyleri,
dillerinde (makul olacak herşey, sakin olacak) marşlarıyla
Karşı gelemezdi ki sindi rüya.
Bir tanrı gibi izlemeye başlamışım olanları bilmiyorum ne zaman
Rüyanın kadınlarına tecavüzdü gördüğüm
Günümün bu olayın piç çocuklarıyla dolacağını anlayıp
Kapattım gözlerimi uykuya
Baba baba baba
Tutsak, depresif bir gelecek yetişiyor bak sokağa
derdin ne
Başın mı ağrıyor,
sıcaklar mı,
iş gerilimi can sıkıntısı mı
Belki biliyorsundur da
Bana söyleyemeyecek kadar ürkeksindir
Çöküşte misin yok canım
Sıkıldığın şeylerden kaçınmak konusundaki başarını
Sevdiğin şeyleri yakalamada devam ettirememek
Yaşamaya üşenmek
Ölüme bile üşenmek
Öylece asılı durmak
Tek isteğin
eşek ile kurbağa (önasyalı yaratıcı asilzade don dion'un msn notlarından)
şartlar insan için hiçbir zaman eşit olmadı
eşitliği bozan da yine insan olduğu için
mesela ben şimdi evimde
sıcak bir günün içinde
bir fırının içinde
bir hamamın içinde
bir cehennemin
içindeyim
oturuyorum soğuk bir bira şişesinin yanında
şişe bir el uzaklığında
şişenin içindeki ekşi gibi
ama değil
tatlı gibi
biraz ama o da değil
yağlı mı
öyle gibi ama o da değil
tanımsız bir arpa
serinliği boğazımdan aşağı
süzülüyor
cehennemin son gününü işaret ediyor
sur öttüğünden bu yana
en güzel haber bu diyor
eşitsizler
eşitsizler
sizler
iştekiler
bir kurbağa
kırılgan
her masalda aldatılan olmaktan
eşeğe diyor kurtar beni
yükselen bu sıcaktan
al sırtına uçur beni
eşek diyor olmaz
şimdi biramı yudumluyorum
ama otur konuşalım senle
umut mu etmeliyiz soluk mu almalıyız
kurbağa olur diyor
bira güzel
eşek koşuyor buzluğa
kaptığı fıçı birayı
koyuyor kurbağanın dil atımı menziline
kurbağa diyor esriklik yaman
eşek diyor cehennem yalan
kurbağa diyor aşk haram
eşek diyor bunca zevk bunca haz
yetmiyor param
böyle böyle yükseliyor muhabbet
kokusu taa güneşe varıyor
güneş yakıcı
güneş zindan
daha bir iniyor tepelerine
kimmiş diyor bu
cehennemin ortasında alem yapan
güneş iniyor ensesine eşeğin
eşeğin kafasındaki mısırlar patlıyor
beyaz bulut bulut düşünceler
çerezi oluyor sofranın
güneş daha da kızıyor ama nafile
bunlara sıcak işlemiyor
oturuyor yanlarına sohbete
diyor nedir amacınız
nereye gidiyor bu hikaye
eşek diyor olmadı ki başı
nası olsun bir sonu masalın
sen başını bilir misin güneş kardeş kendinin,
tam bu kapıdan içeri girmeden önceki.
bak bu gerçek elimde tuttuğum
bu da görmediğin yüreğin
gördün mü hakikati bunda
gördün mü güzelliği
adaleti gördün mü ya sevgiyi
kurbağa sessiz dalmıştı uzaklara
zıpkın dedi bir anda
dilimle yakalarım avımı
zıpkın dedi
erdem çok saçma
bu dünyaya sadece ben yeterim
(aslında kurbağanın da kafasındaki mısırlar patlamaktadır
kurbağa önüne geçemediği kibir duygusunu aktarmaktadır
bu hor görülesi bi şey değildir
yüceltilesi bişey de değil
öyledir işte
o kurbağadır
eşek de eşek
güneş de güneş
bir baş yok ki son olsun
hem de güneşe diyor bunu
bu elemanlar pratikte en büyük gerçeğimiz olan güneşi sofralarına oturtup
ona ders vermeye çalışıyorlar
onun için aslında öğrenilmek istenen bence bu elemanların sonunun ne olacağı olmalı
ama bi son yok
bi baş da yok
aaa
ama bi gece var
güneşin batmak üzere olduğu bir gün var
saat 16.25
bu bilgi değiştirebilir tüm olanı)
kurbağa diyor yüreğim
yüreğim nerde derseniz onu bilmiyorum
bedenim komik bir sanrı
yüzünüze bakamıyorum:
''diyebilseydim o zaman
kozmozunuz kümes
bilebilseydim
aklıma takılanın
kanca olduğunu
yanlış oltanızın
dolanıp durur muydu
mezarımın üstünde
bu sıfatsız güneş''
(şimdiye kadar tüm olanlar sarhoşluğu giderek artan kafamın artık mantıklıca bir yerlere koyabileceği şeyler değil, işte bu yüzden bir deha olmak istiyorum
soluksuz kalmamak için. ama ne yazık isteyince olunmuyor)
ve kurbağanın bir anda sofradan kalkıp bir başka gerçekliğe geçişiyle bitiyor hikayenin bu bölümü. ama eşek elindeki patlamış mısırları ağzına atıp gevelerken, güneşin kör ettiği gözleriyle buzdolabını arıyor.
yanki go hom
şov mast go on
diyor
the other side of my soul
gölgesi
düşmüş
denizin
üstüne
yüzüyor
sessizce
günbatımına
doğru
kırmızı
bir
gemi
geçiyor
bulutun
içinden bir
bulut
kütlesi
yüzerek
geçti
az önce
Nilgün
Marmara
üzerinde
Marmara
Denizi
şiir
içinde
heryer
söz revan
ne
içersiniz
diyor
hostes
kız
günboyu
yolculara
ne
içeriz
ne içmeyiz
akşam
akşam
bir
şiir
alsak
üzerine
bol
buz
başka
türlü
çekilmiyor
bu
kapı duvar
yolculuklar
en
derin
yeri
içimizdeki
yalnızlık
kadar
3 haziran, a.n
parmak hesabı
çocuk ölenleri sayıyordu
1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12
13, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 20, 21
22, 23, 24, 25, 26, 27, 28, 29, 30
31, 32, 33, 34, 35, 36, 37, 38, 39
40, 41, 42, 43, 44
çocuk parmak hesabı
ölenleri sayıyordu
ölü sayısı yazıyla kırkdörttü
her yanılgıda başa dönüyordu çocuk
parmak hesabı ölenleri sayıyordu
ölümü anlamak için
kırkdörde kadar saymak gerekiyordu
çocuk bir türlü kırkdörde ulaşamıyordu
çocuk yeni baştan ve yeni baştan
ölenleri sayıyordu
kayıp zaman,
içinden nehir geçen şiir
Gözyaşımı sildi
Boynundaki fularıyla
Anlardan oluşan hazinedir
Belki de yaşlanmak
Ve bir kadının boynuna taktığı
Uçuk mavi bir fular olmalı yaşamak
Bulutun arkasına saklanan güneş
Eskilere haber gönderiyor usulca
Kimse bilmez
İçimden geçen nehir
İçimden geçen şiir
İçimden geçen
Eski bir sızıdır yaşamak
En uzun günü beklemektir
Kimi zaman
Elbisesi güzel kadın
Gözyaşını sildi fularıyla
Fularından rüzgarla uçuşan
Gürül gürül
Sonuna kadar yaşamak
25 Haziran 09,
hecedir hayatın ta kendisi
Burhan Uygur’un tablosundaki sözcükler özgürlüğünü ilan edip şarkıya eşlik etmeye başladı. Dali duvara yüzünü döndü. Bir pencere açtı kendine. Sonsuzluğa. Burhan Uygur ise salonda artık.
“Her sonbahar gelişinde yok eski bir aşk hikayesi sonsuza kadar süren...
..ecedir hayatın ta kendisi” B.Uygur/ Her Sonbahar Gelişinde, 1992
Baş harfi silinmiş sağ alt köşedeki dizenin yaratım payı bırakıyor,
Ben hecedir hayatın ta kendisi dedim. Belki de gecedir kimine göre.
Hecedir hayatın ta kendisi ve derin izler bırakır.
Merhaba, kimse bilmese de merhaba, bir biz bilsek de merhaba.
Hecelere, sözcüklere, hayata dair herşeye merhaba.
30 haziran 2009
27 Haziran 2009 Cumartesi
cevapsız
Cevapsız kaldığımda anladım
Yeryüzüne öksüzdü bu küçük hanım,
Sesim de yaralı çıkaramadım,
Bir martı çığlığı bu içime attığım,
Haliç gibi
Hem ayrı hem denize bağlıyım
Mayıs'05
günün gölgesi
dimağım pamuk halatlara tutundu bugün.
bugün, dünün piç çocuğu
küçük hataların sonrasıyım bugün
döndü dünya
altta kalan benim yine
başka gölgeler de gördü beni bugün
adın kaçan kadın
bilinir sonsuzluğunda oluşun
paylaşıyoruz payımıza düşen saniyeleri
sen önümde yürüyorsun
mavi küre arkandagüneş arkanda
yıldız, deniz, uykusuzluk
hepsi arkanda
ben arkandayım
dehlizler açılıyor ara ara
fakir sokağımızdan karanlık odalara
odalar açgözlü abazan erkeklerin
gözlerinin ardında
odalar geziniyor üzerinde bedeninin
şehvet duygusuyla tanışıyor kıvrımların
bir havayı paylaşıyoruz sevgilim
içli dışlı oluverdik bak
utangaç nefeslerimiz
yaygaracı martıların ağzında
çığlık oluvermiş
çöplükten beslenen martılara söyletiyorum adını
senin adın
ustura gibi gerçek
süzülüyor dans ediyor
şahdamarında özgürlüğümün
arkandan getiriyorum adını
payına düşen saniyelere sarılı
sıcak yeni çıkmış
güneşin sarnıcından
adın, otobüsten inip yolun karşısına geçti
hızla yürüdü üzerinde
afyonu patlamamış şiirimin
gitti sonra bir eski binaya kapattı kendini
senin adın kaçan kadın
onlar, ben ve sen
yeşil paralarıyla beslediler ateşi
kibirleri döndürdü dünyayı
bakışlarında kabarık vatka
kollarında tavus kuşları
tanrı eski bir akraba
düğünden düğüne görüşülen
hayatsa dölleri yataklarından bilinçsizce kaçan
hiç sevmediğim şey
enerjinin toplaşması ve taşması damlanın.
ayaklarımın altında sahte yakamoz
ve boş bir sonsuzluk hayali
ve onlar
ve ben
ve sen
25 Haziran 2009 Perşembe
Çözülmeler/Kopuşlar -EPISODE 1
Google’dan şarkı tuttum
“elimden birşey gelmez" yazıp google da arama yapsam!!!!
Elimden bir şey gelmezken, google dan birşey gelir mi? Benden birşey olmazken, ekrandaki bir diktörtgene bir iki sözcük yazmak...Ondan medet ummak...
"Elimden birşey gelmez " başlıklı bi tartışma açsam sanal forumlarda, yazsa insanlar ellerindekileri, ellerinde olmayanları, olmasını istediklerini, olsa nasıl olacaklarını ya da nasıl olacaklarını sandıklarını..
Çok karmaşık..Dünya,aslında daha basit olmalıydı.. Olmadı..Dünyayı aslında, daha basit algılamalıydım.
..Cam bardakta su gibi, bi demlik çay, simit peynir gibi, uzun bir sahil yolu, ağaçlı dik bi yokuş, amaçsızca çıkılmış, kısa bir tatil, bi t-shirt bi kot gibi...düğüm olmuş bi çamaşır ipi, düğmeleri eksik bi gömlek, buruşuk çarşaf, kurumuş ekmek gibi basit..
Hafıza; acımasız bi dost. unutkanlar...Şanslılar mı, yoksa unutmak zamana verilen en büyük ceza mı?
Zaman; ilaç mı gerçekten? Gerçek ne ola ki?? Basitlikte midir cidden bu sorunun yanıtı? İşte bak bunu yanıtlamak, "gerçekten" elimden gelmez. Ama basitlik yetmez bazen onu iyi bilirim...İnsan, uğraşmak ister dünyasıyla.. Elinden dahası gelsin ister..Bi misilleme, bi meydan okuma ister ..İnsan işte, ister..
En uğraşılası olanı “aşk” dediğimizdir. Kiminin maraziyeti kiminin ilacı kiminin yarası...Ama en yakışanı..Kabul bulanı...Hadi bundan başlayalım;
Bi şiir gözlü kadın, bi şiir sözlü adam lazım her insanın hikayesine..
Yeminler etmeli şimdi, hiç olmadığı kadar kederliyken, hiç olmadığı kadar yürekli olmalı...Peşinden başka kıtalara, başka evlere taşınmalı pek sevgili sevdiceğin. Gelincik tarlalarında koşturmalı, baharın peşinden koşar gibi. Kendi kendine yama yapmalı yeni bir aşkla...Aşk kapamalı eskilerden kalma açıkları, merhem olmalı sıyrıklarına..
Bi süre görmezden gelinebilir eski kırıklıklar, bir süre de olsa, hepsi gelip geçmiş, dünya masalmış gibi...Bir şarkıya kaptırıp gitmeli, sözleri bütün gün ağzında gevelemeli, anlamsız yere aklında bir nakarat, olur olmaz yerde şarkı söylemeli.
Aslında en iyisi, samimi, zarif bir Erol Evgin şarkısı dinlemeli. Eski zamanların en sade, en kırılgan, en temiz aşklarından gelmeli sözleri..Ne kadar da incelermiş demeli insanlar o zamanlar.. Ansızın yoluna, eski zaman aşıkları çıkmalı. Filiz Akın, Ayhan Işık falan. Fonda, Aşıklar Tepesi'nden Boğaziçi manzarası ya da Bayraklı'dan İzmir Körfezi, Hisar, Pier Loti kahvesi, sessiz, kimsesiz, senede bir gün gibi, mekan farkeder mi?? Boyut değiştirmelisin birdenbire, sözlerin, hareketlerin değişmeli, daha bir eski zamanlardan olmalısın..Onsuz hayat boş bir virane olmalı, tüm bir yaşam boyunca sevmeye yürekli, umutlu aştan yana durmalı, meyhaneler yetmemeli aşkının coşkusundan insana..Unutmamak üzere çöllerde dolaşan bir Mecnun gibi olmalı ki ayrılık insanı divane etmeli...En sonu isyanla bitmemeli yüreğine basa basa geçen duyguların, öfkeli sokaklara dalmamalısın, "Tanrım, ben bu dünyaya alışamadım" demekle yetinebilmelisin gözyaşlarını içine akıtarak..Bağırıp çağırmadan, ah etmeden, kötü söz söylemeden, içinde büyüttüğün çiçeklere kıymadan..Efendi gibi, acını alıp, bi kenara çekilip, kül olmalısın bi Sezen şarkısıyla. "İste, yeminler ederim aşka" demelisin, deli kızın türküsünü söylemeli saçların, dağılmalısın çünkü aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk..Hem, aşkları da vururlar bilirsin, şarkıya şiir olur. Esas olan şu saniyedir, ne yaptıysa yapmıştır herşey affedilir, git..mesin...gelsin...bu gece gelsin, isterse yeniden gitsin, ne varsa verdiğin, alsın götürsün...bile bile herşeyin bittiğini hem de..büyü bozulur sonra..sonra vazgeçmelisin hiç tanımadığın, bilmediğin ellerinden o yarin..birgün eski aşklara selam bile gönderilebileceğini düşünüp su serpersin yüreğine..yaparsın...ne olursa olsun zamanın geçtiği bilgisidir hayat kurtaran...içten içe bilirsin..unutmak da olmasa insanın özünde..ölürsün..anne karnını bile unuttuğunu düşünürsün ki bu da unutulur, inanırsın. çünkü inanmadan yaşayamazsın tüm faniler gibi. bu da geçer...daha öncekiler gibi dersin...geçer mi? Geçer mi geçer..Farkındasındır artık, bu kızı yeniden büyütmenin, değirmenlerde öğütmenin vaktidir..İçindeki küçük kızın elleri kayar ellerinden, gidersin, bütün aşklar yüreğinde, ayakların geri geri...bi rumeli havası tutturursun, saat sabaha karşı 3'tür. o gün işte..ölürsün sanki, ilk öldüğün gün, o gündür... Aylardan Ekim'dir. Bi sandalye kadardır uzayda kapladığın alan, dört top olmuşsundur. Karnındadır tüm dünyanın sancısı..Vedalaşırsın, içinle,,bi sabah uyanırsın..sende hiç "iç" kalmamıştır..
Zaman gelir zaman geçer sonra, küllerinden yeniden doğman gereklidir, Ajda'dan "yeniden başlasın" la ama bu kez yarım kalmasın diye, kalbinin aklıyla, daha korkusuz, daha bilerek,...Hatta "bitti" dersin, buraya kadarmış, unuttum bile, avutursun kendini, en kötü sigaraya yeniden başlarsın, bol bol alışveriş yapar, çantanı kapıp sıkça seyahat edersin..kimseye içten gülemezsin çünkü derinden dinleyemezsin bir süre..nereye bastığını, nerede yürüdüğünü anlamazsın..günler akar geçer...bir bakmışsın yeni bir film için, başka bir sinema salonunda, belki daha boyutlu bir perdenin önünde, iki koltukta yanyana oturmuşsun..... Belki o zaman..Umarım..Google'a eklersin "elimden birşey gelir mi" nin yanıtını.. Hatta “şansımı denemek istiyorum” butonundan"elimden yaşamak gelir" çıkar..Kimbilir...
Nisan-Mayıs'08
DÜNYANIN SORUNU
Gelişin
Düğün bayram.
Çorak topraklara yağmurun serpilişi.
Kuş sesleri, börtü böcek
Köylü bir şairin samimi dizeleri gibi...
Bana yeni şarkılar getirmeyi
Unutmayasın
Dallara bahar indi
Şen değilse de gönlümüz
Umudumuz olsun..
Şarkılar..
Ne olurdu ki biz hep bir ağızdan
Sussak...
Bütün kış bunu düşündük
Çare etmedi.
Günler ısındı
Çimenler ıslak
Üşüyen ayaklarımızı
Soğuk kumlara göme göme
Kumsallara adımızı yazıyoruz.
Varsın silsin dalgalar.
Gücenmiyoruz.
Ömür bitmesin istiyoruz bir yandan
Harcadığımız günlerin acısına şarap basarak
Sessizliği dinliyoruz
Güya..
Bal gibi biliyoruz
Yenilginin sesi bu...
Büyüdükçe, yaban oluyoruz.
Bu gazeteler hep yalan yazıyor
Paranın pulun bitmesi değil
Ters yüz getiren dünyayı
Telafisi yok geçen yüzyılın
Anca koyuyor acısı..
Kelimelerin gururu kırık
Ses..
Bundan bitti
Zamanın ruhuna karşı
Yürümeyi tercih ediyorum
Sakin adımlarla
Eskimemiş ruhların tınılarıyla
Şu tepeyi geçiyorum
Ötekini de
Nefes nefese
Eski bir uygarlıktan kalma bir antik kenti,
Papatyalar basmış
Hala papatyalara basmadan yürümeye çalışanlardanım
Hoşnutum.
Binlerce yıl öncesinde yürüyorum
O zamanın dualarını düşünüyorum
Kabul olmuş mudur?
Belki bir bin yıl daha var
Bizim buraları papatya basmasına
Küçülüp bir nokta gibi kalıyorum ya
O zaman anlıyorum,
Benim değil,
Dünyanın sorunu...
Silverland
Nisan’09