15 Ekim 2010 Cuma

Tıkanma

Hava kabarcıkları bağırsaklarımın içinde yer değiştiriyor. Yerçekimi gibi bir güç itiyor herşeyi kapıya doğru. Ikınamasaydın ölürdün. Ne hataların ne zaafların ne de tutkuların. Kendi bokun öldürürdü seni. Hayatta da böyle. Vedalaşman gerekenden ayrılamazsan, önce kötü bir koku gibi rahatsız eder, sonra zehirler, en son da öldürebilir.
Hava kabarcıklarının yer değiştirmesinde her zaman keramet vardır. Bir dostuma dedesinin söylediği gibi; osurabiliyorsan sorun yok demektir evlat.
Dünyada pek az şey verimsiz bir tuvalet deneyimi kadar moral bozucudur. Donunu indirip iç organlarına yalvarırsın, bir süre sonra bu eziyetin bir anlamı olduğunu, mideden bağırsağa tüm sindirimcilerin senden intikam almaya çalıştığını anlarsın. ''Alkolden hoşlanmadığımızı sana daha önce de anlatmaya çalışmıştık değil mi''. ''Ciddiye alınmamız gerektiğini sana bu bizim de hoşumuza gitmeyen yöntemlerle anlatmak üzücü''
Hiç bir bokla işbirliği yapmak için girişimde bulundun mu ? Gerçekten iğrençtir adamım, sadece ellerini sıkman için yapamayacakları çok az şey vardır. Kadim organların dediği gibi; ''Bir eylemin içinde bok da varsa orada büyük bir öfke vardır.''
Bu moral bozucu durumu bazen edebi ve sanatsal tıkanmayla benzeştiriyorum. Yer, içer gibi okuyor, inceliyor, seyrediyorsun. Kafanda yeni fikirleri yoğuruyor, sindiriyorsun. Ama bunları ifade edemiyor ya da ortam bulamıyorsun. Fikir kabızısın. Belki burada da bir intikam kokusu aramalı. Nöronlar artık gözlerin seçip gönderdiği bu bilgileri istemiyor. Hazmı daha kolay, sulu, lifli bilgiler mi istiyorlar ? Umarım böyle değildir. Beynin, bağırsakları kendisine model olarak seçtiği bir vücudun sonu hayra alamet değildir.
Belki de haksızlık ettik. Nöronlar ve niyetleri hakkında bilmediğimiz bunca şey varken.
Çoğu zaman parlak bir öğrenci olamadım, o meşhur soruda riski tanımlamaya pek kafam basmayabilirdi. Ancak ''tıkanma nedir ?'' sorusuna yanıt olarak ''işte budur'' yazıp boş kağıt verebilirdim.

10 Ekim 2010 Pazar

bahar

mevzuya bahar gelmiş,
mevzu baharla gelmiş
dem tutan sırdaşlar toplanmış
rüzgarlara bağlamış öğütleri
esip gürlemiş heyecan

damla damla akmış gözlerinden cama
bulutlarla şenlenen ılık göklerin

sormuş nedir hakikat
baharın yalanından başka

bir ilkçağ şöleni

balçıkta zıplayan küçük balıklar
balçıkta zıplayan varoş çocukları
pis kapların içinde hain bir av şöleni

seçilmiş insanı görmek için
sarıldı otobüsler dağın yükselen tepelerine
hac özlemiyle tozlu yollara düştü
fakir köylüler

tekerlek ve internet çaresiz birer icat
yükselirken göğe

sularını toplamak için yeryüzünün
dev setler kurdular küçük derelerin önüne
balıkları, karıncaları, kuşları ve diğerlerini kovdular
insanları çağırdılar
sututan tapınakların önüne

tanrı kral çıktı en tepeye
kadim zamanların yüksek uygarlıklarını anlattı
yürüyüşün faziletlerini saydı bir bir

kurbanların kafaları yuvarlandı yardan
coşkulu çığlıkların arasında
kameralar görmedi
bir ölü balıklar bir ben gördük anlamı

canlıların ölüleri üzerine yükselen
güdük, tek dişi kalmış medeniyeti

(çine barajı açılışından notlar- 10.10.10)

gün tozu



kadınlar ve adamlar
bu sebepten
gün dediğinin
gözüne bakmıyorlar

yanından yürüyorlar
içinden geçiyorlar
var mı tanıdığın bildiğin,
günlerin elini tutan?

gün dediğin
düşüp kalktığın
bir türlü bağlanamadığın
güneş yüzlü,
içi tozlu bir orospu...
her gece
uyku diye
rafa kaldırılan...

10.10.2010
(Eternity and a Day;Yarın ne kadar sürer Alexander? "Sonsuzluk ve 1 gün kadar")

13 Mayıs 2010 Perşembe

Üç boyutlu düzlemgilin anıları

Dalgalan sen de zaman gibi
ey şanlı beyin

17 Nisan 2010 Cumartesi

güneş, yorulup denizin arkasına yığıldığında sonsuzluğunu hatırlatır gece.
karanlık, arka sokaklardan, çukurlardan doğar ve sihir gibi yayılır gökyüzüne.
gece bu kente sarhoş gelir çoğu zaman.
içmeyle sarhoş olunmaz bu şehirde, geceyi solumakla uyuşabilir insan.
alkolünün buharıyla tütsüler, arındırır günahlarından, kutsar onları.
kahkahaları yayılır tavernalardan hakiki tanrıya varanların.
şarap, coşku, dans ve şehvet,
arka sokaklardan süzülür denize doğru.

gece, sırtında kanlı bir bıçak taşır çoğu zaman
çünkü cennet kimileri için dayanılmazdır
suçlular içenler değil sabahı çağıranlardır.

19 Mart 2010 Cuma

Em.Isır.Kemir

alkolle sosla etini
em ısır kemir
çiğne yut tükür
kanasın
canın acın sıkıntın
hafızan dünü atlasın
çocukluğundan,
kış güneşinde çiçek açmış badem ağaçlarından çıksın
mükemmel aklın
acımasız kancalarıyla yakalasın avare düşlerini
ellerinden çivilesin cehenneme ve söylesin öngörü
son albümünün etçil parçasını

üremeyecek öleceksin
em ısır kemir
çiğne yut tükür

15 Şubat 2010 Pazartesi

Anlatılanların aslı varsa,

“Ne kadar yaşadın” diye sorarlarmış arafta…

“An”ları hani…Fiyakasını yani ömrün.

“Sırat”, kaldığım otelin adıymış.

Bir elim yanıyormuş diğeri buzmuş…

Ateşin özgül ağırlığı var mıymış?

Melekler aralarında tartışıyorlarmış.

Marquezvari bir tasvire girişecekmişim,

Yine aynı sabaha uyanacağım gelmiş aklıma,

Yalan olmuş şiirim.

“An”ların hesabını veremem diye,

Evrene boş mesajlar göndermeye karar vermişim.

Sabah niyetine diye, suya falan anlatmalıymışım.

İzleyiciler