30 Haziran 2009 Salı

Mavi Ev

Frida’nın düşü

Mavi bir evim ben
İçimden nehirler akar
Sonra kırmızı bir çizgi
Mavi bir evim ben
Düşler geçer içimden
Ayakucumda uçurtmalar
Sonra kırmızı bir çizgi
Sonrası sarı bir yalnızlık

26 mayıs,

Honduras’ta Darbe

Darbelerle örselenmiş bir coğrafyanın
Yara izleriydik için için kanayan

27 mayıs- 29 haziran 09

güneş bugün yengeç burcunda

güneş bugün yengeç burcunda
boyacı faruk bunun farkında
güneşin tam arkasında
sırtında kirli kuşlar
karnında bir sidik denizi
ve içi kanser yüklü gemiler
küfürler yengeç burcunda

otobüs azap yolunda
kölelerini taşıyor firavunun
hesabım zayıf diyor
arkalarda oturan kadın
elleri yine parmaklarında
haftada 56 saat ve bayram yardımı

sigortasız dönüyor bu dünya
güneş bugün yengeç burcunda

bir rüyaya ağıt

İdrakin kolluk görevlileri sabahın ilk ışıklarıyla girdiler düşten içeri.
Bir bir ışıklarını yakmaya başladılar geniş salonun,
pencerelerini açtılar.
-Bu oyunu nasıl bitireceğimiz konusunda bize talimatlandırıldığı gibi hareket edeceğiz
dedi içlerinden şişman, yaşlı ve kurnazca görüneni.
Bastılar mantığın gri, çamurlu postallarıyla
düşün nedensiz rüzgarlarla savrulmuş,
sonsuz renkli yatağına.
Duruma müdahil oldu bir kaçı,
sürükleye sürükleye çektiler önce meydandan tüm başıboşlukları,
kendinden oluşları.
Renklerin sonsuzluğunu soldurdular sonra ellerinde mantığın tıslayan spreyleri,
dillerinde (makul olacak herşey, sakin olacak) marşlarıyla
Karşı gelemezdi ki sindi rüya.

Bir tanrı gibi izlemeye başlamışım olanları bilmiyorum ne zaman
Rüyanın kadınlarına tecavüzdü gördüğüm
Günümün bu olayın piç çocuklarıyla dolacağını anlayıp
Kapattım gözlerimi uykuya
Baba baba baba
Tutsak, depresif bir gelecek yetişiyor bak sokağa

derdin ne

Derdin ne
Başın mı ağrıyor,
sıcaklar mı,
iş gerilimi can sıkıntısı mı
Belki biliyorsundur da
Bana söyleyemeyecek kadar ürkeksindir
Çöküşte misin yok canım
Sıkıldığın şeylerden kaçınmak konusundaki başarını
Sevdiğin şeyleri yakalamada devam ettirememek
Yaşamaya üşenmek
Ölüme bile üşenmek
Öylece asılı durmak
Tek isteğin

eşek ile kurbağa (önasyalı yaratıcı asilzade don dion'un msn notlarından)

eşek der ki:
şartlar insan için hiçbir zaman eşit olmadı
eşitliği bozan da yine insan olduğu için
mesela ben şimdi evimde
sıcak bir günün içinde
bir fırının içinde
bir hamamın içinde
bir cehennemin
içindeyim
oturuyorum soğuk bir bira şişesinin yanında
şişe bir el uzaklığında
şişenin içindeki ekşi gibi
ama değil
tatlı gibi
biraz ama o da değil
yağlı mı
öyle gibi ama o da değil
tanımsız bir arpa

serinliği boğazımdan aşağı
süzülüyor
cehennemin son gününü işaret ediyor
sur öttüğünden bu yana
en güzel haber bu diyor
eşitsizler

eşitsizler
sizler
iştekiler

bir kurbağa
kırılgan
her masalda aldatılan olmaktan
eşeğe diyor kurtar beni
yükselen bu sıcaktan
al sırtına uçur beni

eşek diyor olmaz
şimdi biramı yudumluyorum
ama otur konuşalım senle
umut mu etmeliyiz soluk mu almalıyız

kurbağa olur diyor
bira güzel
eşek koşuyor buzluğa
kaptığı fıçı birayı
koyuyor kurbağanın dil atımı menziline

kurbağa diyor esriklik yaman
eşek diyor cehennem yalan
kurbağa diyor aşk haram
eşek diyor bunca zevk bunca haz
yetmiyor param

böyle böyle yükseliyor muhabbet
kokusu taa güneşe varıyor
güneş yakıcı
güneş zindan
daha bir iniyor tepelerine
kimmiş diyor bu
cehennemin ortasında alem yapan

güneş iniyor ensesine eşeğin
eşeğin kafasındaki mısırlar patlıyor
beyaz bulut bulut düşünceler
çerezi oluyor sofranın

güneş daha da kızıyor ama nafile
bunlara sıcak işlemiyor
oturuyor yanlarına sohbete
diyor nedir amacınız
nereye gidiyor bu hikaye

eşek diyor olmadı ki başı
nası olsun bir sonu masalın
sen başını bilir misin güneş kardeş kendinin,
tam bu kapıdan içeri girmeden önceki.

bak bu gerçek elimde tuttuğum
bu da görmediğin yüreğin
gördün mü hakikati bunda
gördün mü güzelliği
adaleti gördün mü ya sevgiyi

kurbağa sessiz dalmıştı uzaklara
zıpkın dedi bir anda
dilimle yakalarım avımı
zıpkın dedi
erdem çok saçma
bu dünyaya sadece ben yeterim
(aslında kurbağanın da kafasındaki mısırlar patlamaktadır
kurbağa önüne geçemediği kibir duygusunu aktarmaktadır
bu hor görülesi bi şey değildir
yüceltilesi bişey de değil
öyledir işte
o kurbağadır
eşek de eşek
güneş de güneş
bir baş yok ki son olsun
hem de güneşe diyor bunu
bu elemanlar pratikte en büyük gerçeğimiz olan güneşi sofralarına oturtup
ona ders vermeye çalışıyorlar
onun için aslında öğrenilmek istenen bence bu elemanların sonunun ne olacağı olmalı
ama bi son yok
bi baş da yok
aaa
ama bi gece var
güneşin batmak üzere olduğu bir gün var
saat 16.25
bu bilgi değiştirebilir tüm olanı)

kurbağa diyor yüreğim
yüreğim nerde derseniz onu bilmiyorum
bedenim komik bir sanrı
yüzünüze bakamıyorum:

''diyebilseydim o zaman
kozmozunuz kümes
bilebilseydim
aklıma takılanın
kanca olduğunu
yanlış oltanızın
dolanıp durur muydu
mezarımın üstünde
bu sıfatsız güneş''

(şimdiye kadar tüm olanlar sarhoşluğu giderek artan kafamın artık mantıklıca bir yerlere koyabileceği şeyler değil, işte bu yüzden bir deha olmak istiyorum
soluksuz kalmamak için. ama ne yazık isteyince olunmuyor)

ve kurbağanın bir anda sofradan kalkıp bir başka gerçekliğe geçişiyle bitiyor hikayenin bu bölümü. ama eşek elindeki patlamış mısırları ağzına atıp gevelerken, güneşin kör ettiği gözleriyle buzdolabını arıyor.

yanki go hom
şov mast go on
diyor

the other side of my soul

bulutun
gölgesi
düşmüş
denizin
üstüne
yüzüyor
sessizce
günbatımına
doğru
kırmızı
bir
gemi
geçiyor
bulutun
içinden bir
bulut
kütlesi
yüzerek
geçti
az önce
Nilgün
Marmara
üzerinde
Marmara
Denizi
şiir
içinde
heryer
söz revan
ne
içersiniz
diyor
hostes
kız
günboyu
yolculara
ne
içeriz
ne içmeyiz
akşam
akşam
bir
şiir
alsak
üzerine
bol
buz
başka
türlü
çekilmiyor
bu
kapı duvar
yolculuklar
en
derin
yeri
içimizdeki
yalnızlık
kadar

3 haziran, a.n

parmak hesabı

mardin’e

çocuk ölenleri sayıyordu

1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12
13, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 20, 21
22, 23, 24, 25, 26, 27, 28, 29, 30
31, 32, 33, 34, 35, 36, 37, 38, 39
40, 41, 42, 43, 44

çocuk parmak hesabı
ölenleri sayıyordu

ölü sayısı yazıyla kırkdörttü
her yanılgıda başa dönüyordu çocuk
parmak hesabı ölenleri sayıyordu
ölümü anlamak için
kırkdörde kadar saymak gerekiyordu
çocuk bir türlü kırkdörde ulaşamıyordu

çocuk yeni baştan ve yeni baştan
ölenleri sayıyordu

kayıp zaman,

içinden nehir geçen şiir

Elbisesi güzel kadın
Gözyaşımı sildi
Boynundaki fularıyla
Anlardan oluşan hazinedir
Belki de yaşlanmak
Ve bir kadının boynuna taktığı
Uçuk mavi bir fular olmalı yaşamak
Bulutun arkasına saklanan güneş
Eskilere haber gönderiyor usulca
Kimse bilmez
İçimden geçen nehir
İçimden geçen şiir
İçimden geçen
Eski bir sızıdır yaşamak
En uzun günü beklemektir
Kimi zaman
Elbisesi güzel kadın
Gözyaşını sildi fularıyla
Fularından rüzgarla uçuşan
Gürül gürül
Sonuna kadar yaşamak

25 Haziran 09,

hecedir hayatın ta kendisi


Burhan Uygur’un orjinalden baskı şiir tablosunu eski bir Dali tıpkı basımının çerçevesine yerleştirmeye çalışırken, Dusty Springfield salonun ortasında In Private’ı söylüyor bağıra bağıra. Defalarca tekrarlandı şarkı. Yeniden yeniden.

Burhan Uygur’un tablosundaki sözcükler özgürlüğünü ilan edip şarkıya eşlik etmeye başladı. Dali duvara yüzünü döndü. Bir pencere açtı kendine. Sonsuzluğa. Burhan Uygur ise salonda artık.

“Her sonbahar gelişinde yok eski bir aşk hikayesi sonsuza kadar süren...
..ecedir hayatın ta kendisi” B.Uygur/ Her Sonbahar Gelişinde, 1992

Baş harfi silinmiş sağ alt köşedeki dizenin yaratım payı bırakıyor,
Ben hecedir hayatın ta kendisi dedim. Belki de gecedir kimine göre.

Hecedir hayatın ta kendisi ve derin izler bırakır.

Merhaba, kimse bilmese de merhaba, bir biz bilsek de merhaba.

Hecelere, sözcüklere, hayata dair herşeye merhaba.

30 haziran 2009

27 Haziran 2009 Cumartesi

cevapsız

Cevapsız kaldığımda anladım

Yeryüzüne öksüzdü bu küçük hanım,

Sesim de yaralı çıkaramadım,

Bir martı çığlığı bu içime attığım,

Haliç gibi

Hem ayrı hem denize bağlıyım

Mayıs'05

günün gölgesi

tuzu çekiliyor kanımın.
dimağım pamuk halatlara tutundu bugün.
bugün, dünün piç çocuğu
küçük hataların sonrasıyım bugün
döndü dünya
altta kalan benim yine
başka gölgeler de gördü beni bugün

adın kaçan kadın

bir sokağı paylaşıyoruz senle
bilinir sonsuzluğunda oluşun
paylaşıyoruz payımıza düşen saniyeleri

sen önümde yürüyorsun
mavi küre arkandagüneş arkanda
yıldız, deniz, uykusuzluk
hepsi arkanda
ben arkandayım

dehlizler açılıyor ara ara
fakir sokağımızdan karanlık odalara
odalar açgözlü abazan erkeklerin
gözlerinin ardında

odalar geziniyor üzerinde bedeninin
şehvet duygusuyla tanışıyor kıvrımların
bir havayı paylaşıyoruz sevgilim
içli dışlı oluverdik bak
utangaç nefeslerimiz
yaygaracı martıların ağzında
çığlık oluvermiş

çöplükten beslenen martılara söyletiyorum adını
senin adın
ustura gibi gerçek
süzülüyor dans ediyor
şahdamarında özgürlüğümün

arkandan getiriyorum adını
payına düşen saniyelere sarılı
sıcak yeni çıkmış
güneşin sarnıcından

adın, otobüsten inip yolun karşısına geçti
hızla yürüdü üzerinde
afyonu patlamamış şiirimin
gitti sonra bir eski binaya kapattı kendini
senin adın kaçan kadın

onlar, ben ve sen

aysız gecenin ışık saçan zenginleri
yeşil paralarıyla beslediler ateşi
kibirleri döndürdü dünyayı

bakışlarında kabarık vatka
kollarında tavus kuşları
tanrı eski bir akraba
düğünden düğüne görüşülen
hayatsa dölleri yataklarından bilinçsizce kaçan

hiç sevmediğim şey
enerjinin toplaşması ve taşması damlanın.
ayaklarımın altında sahte yakamoz
ve boş bir sonsuzluk hayali
ve onlar
ve ben
ve sen

25 Haziran 2009 Perşembe

Çözülmeler/Kopuşlar -EPISODE 1

Google’dan şarkı tuttum

“elimden birşey gelmez" yazıp google da arama yapsam!!!!

Elimden bir şey gelmezken, google dan birşey gelir mi? Benden birşey olmazken, ekrandaki bir diktörtgene bir iki sözcük yazmak...Ondan medet ummak...

"Elimden birşey gelmez " başlıklı bi tartışma açsam sanal forumlarda, yazsa insanlar ellerindekileri, ellerinde olmayanları, olmasını istediklerini, olsa nasıl olacaklarını ya da nasıl olacaklarını sandıklarını..

Çok karmaşık..Dünya,aslında daha basit olmalıydı.. Olmadı..Dünyayı aslında, daha basit algılamalıydım.

..Cam bardakta su gibi, bi demlik çay, simit peynir gibi, uzun bir sahil yolu, ağaçlı dik bi yokuş, amaçsızca çıkılmış, kısa bir tatil, bi t-shirt bi kot gibi...düğüm olmuş bi çamaşır ipi, düğmeleri eksik bi gömlek, buruşuk çarşaf, kurumuş ekmek gibi basit..

Hafıza; acımasız bi dost. unutkanlar...Şanslılar mı, yoksa unutmak zamana verilen en büyük ceza mı?

Zaman; ilaç mı gerçekten? Gerçek ne ola ki?? Basitlikte midir cidden bu sorunun yanıtı? İşte bak bunu yanıtlamak, "gerçekten" elimden gelmez. Ama basitlik yetmez bazen onu iyi bilirim...İnsan, uğraşmak ister dünyasıyla.. Elinden dahası gelsin ister..Bi misilleme, bi meydan okuma ister ..İnsan işte, ister..

En uğraşılası olanı “aşk” dediğimizdir. Kiminin maraziyeti kiminin ilacı kiminin yarası...Ama en yakışanı..Kabul bulanı...Hadi bundan başlayalım;

Bi şiir gözlü kadın, bi şiir sözlü adam lazım her insanın hikayesine..

Yeminler etmeli şimdi, hiç olmadığı kadar kederliyken, hiç olmadığı kadar yürekli olmalı...Peşinden başka kıtalara, başka evlere taşınmalı pek sevgili sevdiceğin. Gelincik tarlalarında koşturmalı, baharın peşinden koşar gibi. Kendi kendine yama yapmalı yeni bir aşkla...Aşk kapamalı eskilerden kalma açıkları, merhem olmalı sıyrıklarına..

Bi süre görmezden gelinebilir eski kırıklıklar, bir süre de olsa, hepsi gelip geçmiş, dünya masalmış gibi...Bir şarkıya kaptırıp gitmeli, sözleri bütün gün ağzında gevelemeli, anlamsız yere aklında bir nakarat, olur olmaz yerde şarkı söylemeli.

Aslında en iyisi, samimi, zarif bir Erol Evgin şarkısı dinlemeli. Eski zamanların en sade, en kırılgan, en temiz aşklarından gelmeli sözleri..Ne kadar da incelermiş demeli insanlar o zamanlar.. Ansızın yoluna, eski zaman aşıkları çıkmalı. Filiz Akın, Ayhan Işık falan. Fonda, Aşıklar Tepesi'nden Boğaziçi manzarası ya da Bayraklı'dan İzmir Körfezi, Hisar, Pier Loti kahvesi, sessiz, kimsesiz, senede bir gün gibi, mekan farkeder mi?? Boyut değiştirmelisin birdenbire, sözlerin, hareketlerin değişmeli, daha bir eski zamanlardan olmalısın..Onsuz hayat boş bir virane olmalı, tüm bir yaşam boyunca sevmeye yürekli, umutlu aştan yana durmalı, meyhaneler yetmemeli aşkının coşkusundan insana..Unutmamak üzere çöllerde dolaşan bir Mecnun gibi olmalı ki ayrılık insanı divane etmeli...En sonu isyanla bitmemeli yüreğine basa basa geçen duyguların, öfkeli sokaklara dalmamalısın, "Tanrım, ben bu dünyaya alışamadım" demekle yetinebilmelisin gözyaşlarını içine akıtarak..Bağırıp çağırmadan, ah etmeden, kötü söz söylemeden, içinde büyüttüğün çiçeklere kıymadan..Efendi gibi, acını alıp, bi kenara çekilip, kül olmalısın bi Sezen şarkısıyla. "İste, yeminler ederim aşka" demelisin, deli kızın türküsünü söylemeli saçların, dağılmalısın çünkü aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk..Hem, aşkları da vururlar bilirsin, şarkıya şiir olur. Esas olan şu saniyedir, ne yaptıysa yapmıştır herşey affedilir, git..mesin...gelsin...bu gece gelsin, isterse yeniden gitsin, ne varsa verdiğin, alsın götürsün...bile bile herşeyin bittiğini hem de..büyü bozulur sonra..sonra vazgeçmelisin hiç tanımadığın, bilmediğin ellerinden o yarin..birgün eski aşklara selam bile gönderilebileceğini düşünüp su serpersin yüreğine..yaparsın...ne olursa olsun zamanın geçtiği bilgisidir hayat kurtaran...içten içe bilirsin..unutmak da olmasa insanın özünde..ölürsün..anne karnını bile unuttuğunu düşünürsün ki bu da unutulur, inanırsın. çünkü inanmadan yaşayamazsın tüm faniler gibi. bu da geçer...daha öncekiler gibi dersin...geçer mi? Geçer mi geçer..Farkındasındır artık, bu kızı yeniden büyütmenin, değirmenlerde öğütmenin vaktidir..İçindeki küçük kızın elleri kayar ellerinden, gidersin, bütün aşklar yüreğinde, ayakların geri geri...bi rumeli havası tutturursun, saat sabaha karşı 3'tür. o gün işte..ölürsün sanki, ilk öldüğün gün, o gündür... Aylardan Ekim'dir. Bi sandalye kadardır uzayda kapladığın alan, dört top olmuşsundur. Karnındadır tüm dünyanın sancısı..Vedalaşırsın, içinle,,bi sabah uyanırsın..sende hiç "iç" kalmamıştır..

Zaman gelir zaman geçer sonra, küllerinden yeniden doğman gereklidir, Ajda'dan "yeniden başlasın" la ama bu kez yarım kalmasın diye, kalbinin aklıyla, daha korkusuz, daha bilerek,...Hatta "bitti" dersin, buraya kadarmış, unuttum bile, avutursun kendini, en kötü sigaraya yeniden başlarsın, bol bol alışveriş yapar, çantanı kapıp sıkça seyahat edersin..kimseye içten gülemezsin çünkü derinden dinleyemezsin bir süre..nereye bastığını, nerede yürüdüğünü anlamazsın..günler akar geçer...bir bakmışsın yeni bir film için, başka bir sinema salonunda, belki daha boyutlu bir perdenin önünde, iki koltukta yanyana oturmuşsun..... Belki o zaman..Umarım..Google'a eklersin "elimden birşey gelir mi" nin yanıtını.. Hatta “şansımı denemek istiyorum” butonundan"elimden yaşamak gelir" çıkar..Kimbilir...

Nisan-Mayıs'08

DÜNYANIN SORUNU

Gelişin

Düğün bayram.

Çorak topraklara yağmurun serpilişi.

Kuş sesleri, börtü böcek

Köylü bir şairin samimi dizeleri gibi...

Bana yeni şarkılar getirmeyi

Unutmayasın

Dallara bahar indi

Şen değilse de gönlümüz

Umudumuz olsun..

Şarkılar..

Ne olurdu ki biz hep bir ağızdan

Sussak...

Bütün kış bunu düşündük

Çare etmedi.

Günler ısındı

Çimenler ıslak

Üşüyen ayaklarımızı

Soğuk kumlara göme göme

Kumsallara adımızı yazıyoruz.

Varsın silsin dalgalar.

Gücenmiyoruz.

Ömür bitmesin istiyoruz bir yandan

Harcadığımız günlerin acısına şarap basarak

Sessizliği dinliyoruz

Güya..

Bal gibi biliyoruz

Yenilginin sesi bu...

Büyüdükçe, yaban oluyoruz.

Bu gazeteler hep yalan yazıyor

Paranın pulun bitmesi değil

Ters yüz getiren dünyayı

Telafisi yok geçen yüzyılın

Anca koyuyor acısı..

Kelimelerin gururu kırık

Ses..

Bundan bitti

Zamanın ruhuna karşı

Yürümeyi tercih ediyorum

Sakin adımlarla

Eskimemiş ruhların tınılarıyla

Şu tepeyi geçiyorum

Ötekini de

Nefes nefese

Eski bir uygarlıktan kalma bir antik kenti,

Papatyalar basmış

Hala papatyalara basmadan yürümeye çalışanlardanım

Hoşnutum.

Binlerce yıl öncesinde yürüyorum

O zamanın dualarını düşünüyorum

Kabul olmuş mudur?

Belki bir bin yıl daha var

Bizim buraları papatya basmasına

Küçülüp bir nokta gibi kalıyorum ya

O zaman anlıyorum,

Benim değil,

Dünyanın sorunu...

Silverland

Nisan’09


24 Haziran 2009 Çarşamba

suç ve ceza

kuantum, mevlana, nietzsche, enerji çakraları, crononberg'in scanner filmi, bilinç transferi gibi konular hakkında uzunca bir süre konuştuktan, J ile M'nin aynı kütük üstünde inatlaşan iki keçiyi oynadıkları anlamsız, sonuçsuz tartışmadan ve M'nin bilinçaltındaki keçiliği masaya yatırıp nedenlerini kendi itiraflarıyla çözümledikten bir süre sonra...
pazartesi 22.38. sonsuz insanın ve sonsuz sineğin aktığı bir sokağın, bir gecenin ortasına kurulmuş kare, tahta bir masanın etrafında...
D: Madem ki masanın etrafında üç akıllı adam oturuyor. onların çözebileceği gerçek bir sorundan bahsedelim (masanın üstüne uçları kızarmış, nasırlaşmış, etleri diş darbeleriyle parçalanmış, pıhtılaşmış parmaklarını birbirinden ayırarak yerleştirdi. kelepçelenmeye hazır durumda bıraktı)
D: 14 yaşından beri kemiriyorum. yıllardır nedenini araştırıyorum.
J: Sen bunları yediğin için mi hep kırmızı
D: Evet
D: Kendi kendime bir çok psikanaliz yaparak bunun kökeninde neyin yattığını anlamaya çalıştım. çocuklukta gördüğüm baba şiddetinden ötürü korku, az anne sütü emmem nedeniyle açlık, tuz eksiği, D vitamini eksiği ve daha bir çokları... Bir ton senaryo kurdum. acı biber sürmek, çevremdekileri beni uyarmaları konusunda görevlendirmek gibi ilk anda akla gelebilecek bir çok tedaviyi denedim. Yaratıcı tedavi yöntemleri de buldum. Hatta bazılarında başarılı oldum. Mesela adına ''yahudi cezası'' dediğim bir yöntemle koparılan et başına 1 lirayı kumbaraya atmaya başladım. birinci gün 38 liram oldu. ikinci gün 12, üçüncü gün 3 lira ama haftalar geçse de daha aşağı inmedi. bu durum tüm varoluş gücümü aşmış, maddi cezalarla durdurulamayacak bir hal almıştı.
hayatta hiçbir konuda bu kadar ısrarcı olmadığım için buna gerçeküstü anlamlar yüklemeye de başladım. nedenleri bilincim içinde bulamıyorsam bunun bilinçaltında büyükçe bir yeri işgal ettiğini tahmin ediyordum. hayatımla ilgili saptadığım tüm sorunları masaya sürmeme karşın hiçbirinin gereken yanıtı verememesi beni ilginç senaryolara yöneltti.
Bu ellerle ya önceki yaşamlarımda ya sonrakilerde bir suç işlenmişti ya da işlenecekti. büyük affedilemeyecek büyük bir suç. içimde bunun farkında olan bir şeyler ısrarla ceza vermek istiyordu.
J: çocukken tacize uğradın mı ?
D: (bulutsuz bir gecede çakan şimşek başından girmiş, lastik tabanlı ayakkabılarından toprağa karışmıştı. tanrı o anın fotoğrafını çekmek için bir kuluna en acımasız soruyu sordurtmuştu) hayır.
J: emin misin ? çünkü genelde böyle durumlar...
D: uğrasam hatırlardım heralde...
(parmaklarını masadan teker teker toplayıp elleriyle sandalyesini kavradı, öne çekerek geriye doğru ağırca yaslandı, o sırada masaya eğilmiş başından istemsiz mırıldanmalar duyulmaya başladı)
D: evet, hem de tecavüz
hem de her gün
her gün onlarca kişi beynimi düzüyor benim
kulak deliklerimden, burun deliklerimden ve ağzımdan ve gözlerimden, nerede boşluk gördülerse oradan düzüyor. saçlarımı koparıp yüzümü çimdikliyorlar. hırıltılı nefesleri anlamsız sesleriyle ve boş sözleriyle s..yorlar kafamı. işleri bitip fermuarlarını çektiklerinde, üzerinde döllerin süzüldüğü kızarmış beynim kalıyor geride. tecavüze uğramış bir beyinden sağlıklı bir düşünce beklenebilir mi ? neden bir şey yapmıyorum. birini ellerimle boğmakla hepsini öldürmüş olacaksam inan bunu yapmaya hazırım. ama öldürdükçe çoğalan bir varlık olduğunu biliyorum onların.
ama yine de bir gün evet bir gün...

22 Haziran 2009 Pazartesi

dolma

Kenarlarını çizerken boşalttık içini dairenin.
Katladık bilgiyi, cüzdanın arka yanına sıkıştırdık.
Cehaleti yaprak gibi açıp önümüze,
hırslarımızı koyduk içine, umutlarımızı bir de altınlarımızı.
Kısık fitilli esriklikle kaynatıp dolma yaptık tüm rüzgarlı duygularımızdan.
Erdem çoook uzakta ama açlığı yatışan ruh, deli rolüyle mutlu.
Sen de mutlu musun ?

tin atığı

elektrikli süpürge işlevini aşan gürültüsüyle çalışırken, yerde buldukları sadece unuttuklarımız ve çözümünü bulamadığımız sorunlarımız değildi elbet.
Sanki boşluğu, havayı değil de tarihi, saniyeyi geçirirken filtrelerinden bulduğu tüm günahlarımızı, zaaflarımızı da biriktirdi bizim için.

-İnatçı burnumla tutup uzun borumla yakaladığım sizsiniz, kaçmaya yeltenirken gerçeklerinizden-

acı da olsa temizliğin verdiği kurtulmuşlukla açtığınızda kapağını,
yılanlar gibi gömlek değiştiren beyninizin pis artıklarıyla karşılaşırsınız.
Merak edip elinizle tuttuğunuz, havaya kaldırıp incelediğiniz,
haftalar önceki beyninizdi, ölen.
Nefesinizle çıkardınız içinizden, döktüğünüz deri parçalarıyla,
tırnakla, kanla, kılla ve sümükle cesedini. Unuttunuz mu.

-Düşünmüş, dönüştürmüştünüz. Tin atığıyım ben, çöpe atın beni...-
Yazılabileceklerin hepsini bitirmişler
Bize de üstlerinde oynamak, teknolojinin ve giderek artan kalabalığın yeniden yoğurduğu, örselediği duyguları paketlemek kalıyor.
Belki orada burada gözden kaçan ufak yükselme kırıntıları bulabiliriz
ne dersin

herşey bir disiplin
düşünmek özgürlük olsa da uçuşuveriyor o yolda bulduğun kelimeler
cümleler zaten savrulmuş dört yanına beyinsel yurdunun
hayat gailesi...
ne diyordum
otorite gerek edebiyat için
özgürlüğün hasadını yığabilmek için tarlaların kesişen yollarına
bol güneşli sıcak günün sonunda
yüksek bir noktadan bakıp beynine
yığınların geometrisine delice hayran kalmak lazım
tüm bunları ben mi yaptım?

atilla ilhan

çocuktun
saatlerin ormanında bir başınaydın
ağaç gölgesinde büyüttün oyunlarını

gençtin
bir öğleden sonraydı öğrendin
yaşlar değil alınteri yakar gözlerini

büyüdün yanan bir adam oldun
sordun kaçmanın yolunu
güneşe boğulan ovanda zamandan

bir şair dediydi sana
hasta olduğunu
an gelip ölen
aynı hastalıktan

atilla ilhan
ölmedin, ustalıkla kaçan bir adam oldun

20 Haziran 2009 Cumartesi

kararsız bir sivrisinek

kararsız bir sivrisinek dolanıp duruyor etrafımda
bu sefer hangi damardan emeceğini tartmaya çalışıyor.
günlerden pazar,temiz kokulu bir kan arıyor besbelli. ölü hücrelerle kirlenmemişinden, aztuzlu ve illa ki sıcak.
telsizden anonslar akıyor acil koduyla. hırsızlık,silahla yaralama, torbacılar...
etrafta kan emmek için dolanan başka varlıkların da olduğunu anlatıyorlar.
gece... körfezin nemli çukurunda tüm avcılar iş başında.
yaşlı damarlarından akıttıklarıyla gururlanan o ustanın söylediği gibi
kötülük, insanlar bu çukura gelmeden çok önce buradaydı. Onları bekliyordu.

3 perdeli, tamamı renkli bir rüya

1. perde
Fırtınaya hazırlanan sessiz bir hava.
teknelerin denize açılmaları yasaklanmış. bir şekilde yetkiliyim ve gözetleme kulesindeyim. Bir balıkçı teknesinin denize açıldığını görüyorum ve limandaki görevlileri uyarıp geri döndürmelerini sağlıyorum.
Az sonra limandayım, denize açılmaya çalışan teknenin kaptanı bana balığa çıkmak zorunda olduklarını anlatıyor. Ben de risklerden ve kurallardan bahsediyorum. O da bir çok teknenin bir şekilde balığa çıktığından, kendisine haksızlık yapıldığından behsediyor.
Sohbet bir şekilde denize açılmanın güzelliğine geliyor. Ben, denizin ortasında bir rakı balık sefası yapmanın güzel olabileceğinden bahsediyorum. Kaptan seviniyor ve teknesinde piyasaya yeni çıkan bir rakının olduğunu söylüyor.
Sonra limanın arkasında çoğu olta ve yem satan dükkanlara yöneliyoruz. Kaptan olta seçiyor. Balıkçı teknesinin kaptanı neden misina ve olta seçiyor anlamıyorum ama yine de sormuyorum. Adını hatırlayamadığım bir balık için hazırlanmış oltayı arıyor. Misinanın ucuna takılı birden çok kancadan oluşan bir oltayı beğeniyor. Üzerindeki fiyatın 50 milyon olduğunu görüyor, pahalılığına şaşırıyorum.
Kaptan, oltanın ucundaki kancayı eline alarak para ödemeden dükkandan çıkıyor, karşı aralıktaki sokak dönercisine gidiyor ve kancayı dönere fırlatıp çekmeye başlıyor. Dönerden bir iki parça geliyor. Kopup yere düşen bir parçayı ise oradaki şirin yavru kedi yiyor. Sonrasını çok iyi hatırlamıyorum ama muhtemelen denize açılıyoruz.

2. perde

Gözümü depremle açıyorum, korkuyla. Korkunun ilk aklıma getirdiği şey cebimdeki telefonu çıkarıp eşimi aramak. O sırada muhtemelen bir adanın kumsalında olduğumu ve yalnız olmadığımı, yüzlerce insanın panik halinde koşuşturduğunu görüyorum. Çalan telefona eşim yanıt veriyor.
-Deprem oldu iyi misin ?
Bir şeyler söylüyor ama anlamıyorum. O da beni duymuyor sanki. Ağzında bir şeyler geveliyor. Ben tekrar tekrar bağırarak soruyorum
-İyi misin. Alo iyi misin. Alo duyuyo musun ?
Şiddetli korkunun çocuklaştırdığı bir sesle ne dediğini tam anlayamasam da annesinde olduğunu, iyi olduğunu söylüyor. Bu beni rahatlatıyor, telefonu kapatıyorum.
Etrafa baktığımda kumsalın sol tarafından güneşin doğduğunu orta-sağ tarafta ise yarım bir gökkuşağının bulunduğunu görüyorum. O sırada tekrar buraya nasıl geldiğimi soruyorum kendime ama hafızamdan tek bir ipucu dahi gelmiyor. Etrafımdaki insanların neler konuştuğunu da anlamıyorum.
Kumsala dizili insanların üzerine güneşin doğuşunu görüp bundan çok güzel film olur diyorum.
o sırada fotoğraf makinamın yanımda olduğunu hatırlayıp fotoğraf çekmeye başlıyorum. Ama geniş açı yetersiz olduğu için bir türlü kumsalı, düzgün bir sırayla dizilmiş insanları (neden düzgün sırayla dizildiler, kim bunları yöneten, ne yapıyor bunlar) güneşi ve denizi aynı karenin içine oturtamıyorum.
Geniş açı objektifimin olmamasına küfrederek her karede birinden feragat gösterip arka arkaya basmaya başlıyorum. Yüksek bir yer buluyor, çıkıyorum. Oradan bakınca güneşin artık yükselmeye başladığı yerde, kıyıdan biraz uzakta bir dubada da insanların bulunduğunu hatta duba üzerindeki tramplemden insanların denize atladığını görüyorum. Bir adamın güneşi soluna alarak profesyonelce atlayışını çekiyorum ama lanet olası objektif tele olmayınca adamı göremiyorum bile. Üstelik kumsal yine yok.
Asıl şaşırtıcı olanla çektiklerime bakınca karşılaşıyorum. Hiçbirinin benim çektiğim şeylerle alakası yok. Gördüğüm kareler masmavi gökyüzü üzerinde şiddetli rüzgarla parçalanmış gibi duran ilginç bulut görüntüleri, bir grup insanın havuzda ya da denizde yüzerken su altından çekilmiş görüntüleri ve son karelere doğru yeni aldığım hafıza kartının arızasından kaynaklanan bozuk görüntüler.
Bu bozuk görüntüler çekeceğim görüntüleri de etkileyebilir şüphesiyle yedek olarak kullandığım eski kartı takıyorum. O kartın içinde de aynı adada gece çekildiğini düşündüğüm (tabi ki hatırlamıyorum) görüntüler var. Bir adam var biraz karayip korsanlarındaki johhny deepi anımsatıyor. Bir yağma mı, bir eylem mi ? Yüzler asık olduğu için şenlik olmadığını düşünüyorum bunun. Elinden bir şeyi fırlatmış yere ve kare kare çekilmiş fotoğrafı, elden çıkışı, havada flu şekilde süzülüşü ve yerde patlayışı. Ampul, molotof kokteyli ya da elektronik bir cihaz… Bilemiyorum.

3.perde

Fotoğraf çekmeye çalıştığım yüksek yerden bir gemiye biniyoruz. Kumsalda askeri spor düzeniyle sıralanan insanlara denize arkasını dönmüş bir kişi hareketleri gösteriyor ama herkesin yaptığını söyleyemem. Zorla yaptırılıyor sanki. Bu sırada uzun sarı saçlı bir adamın yönettiğini düşündüğüm bir grup kişi küçük bir oda büyüklüğünde kahverengi-siyah, üzerinde derin çizgiler bulunan ufo biçimli bir şeyi sürüklüyorlar denizden kumsala. Ufo düşmüş diyorlar. Depremin sorumlusu da bu ufo olabilir mi acaba. Bunun fotoğraf için müthiş bir fırsat olduğunu düşünüyorum ama oraya nedense gidemiyorum. Beni geminin içinde bir bölmeye götürüyorlar. Geminin güvertesinde yerden açılan bir kapağın altındaki penceresiz karanlık bir bölme burası. İçeride rakı şişelerini görüyorum. Johnny Deep kılıklı kişi benimle konuşan ilk kişi oluyor ve rakı şişelerini gösterip bunlardan birinin Hasan Cemal’e ait olduğunu ancak onun kendisine kalleşlik yaptığını anlatıyor. Hasan Cemal’e ne olduğunu sormuyorum. Karanlık bölmeye girip boş şişe rakılarının arasına uzanıyorum. kapak kapanıyor ve kaderime razı oluyorum.
orada...
sudan fırlamış bir balık gibi zıplayan kalbin tam altındaki karanlık bölgede.
neye benzediğini asla göremeyeceğiniz bir yerde. aslında orada olup olmadığını da bilemeyeceğiniz.
kanıtlayamam size bunu. ama milyarlarca hücre, onlarca organ, kemik, eklem, kan, sümük yanılıyor olamaz.
tam şu anda bir elma yiyorum. kırmızı, tatlı bir elma. ve o da öğreniyor onun varlığını mideme ulaşmadan, ekşiyerek belli ediyor bunu.
içimdeki kentte duymadığım sirenler, nereden geleceği, gelip gelmeyeceği belli olmayan bir saldırıyı haberliyor çünkü.
Böbreklerim, belim, ellerim biliyor, ürkek bağırsaklarım tedirgin. Karaciğer sessiz, akciğer bozuntuya vermiyor pek. ama şişintisi gururlu bir aslan gibi değil artık. karanlık bir odada iğnelerin arasından geçiriyor balonunu.
tabii ki merak ediyorsunuz beynimle ve onun acı durumuyla ilgili tasvirimi. ama zor bu iş af buyurun. kendi çaresizliğini, beceriksizliğini boşluk veya fazlalık bırakmadan tarif ettirmek bir akla. şöyle efradını camii ayarını mani biçimde... zor.
uzun soru listeleri geldi ilkin aklıma, eski yazıcılardan akan istihbarat raporları gibi.
kenarı delikli kağıtlar... sabah akşam durmadan...
arada, bir kadın gelip koparır onları özensizce. son sayfalardan geriye doğru tesadüfi biçimde bakar.
sanki aranan şey büyük harflerle ve kalın biçimde yazılıymış gibi üstünkörü kaydırır gözlerini. katlar, kolunun altına iliştirir ve gider.
yazıcı hızar gibi işlemeye devam eder. hayat şerit gibi akmaya devam eder bu hızarın önünden. an gibi bir hızarın. (zaman diyorlar buna kimi ya ben demiyorum. Elmaya da teessüf ediyorum. bu kadar şerefsiz olunmaz.)
beynimin mütevazi organik donanımında büro işleriyle yükümlü nöronlar farketti ilkin garipliği. kabarcıklanıyordu kalpten gelen kan. önceleri 'geçici bir sorun, zamanla iyileşir' dendi, tüm diğer sorunlar gibi.
ilk köpüklenmeler görüldüğünde hangi kitabı okuyordum bilmiyorum. kime hayrandım yine, hangi hayali roldeydim. tek bildiğim beynimden kanıma, kanımdan karnıma ve tüm damarlarıma o sinsi ürpertinin yayıldığıydı.
sıkıntı tekrar kalbime ulaştığındaysa büyük kan dolaşımını tamamlamış, tüm bedenimde namını duyurmuştu.
bir şiir yazarken ona ad koyma telaşı sırasında anladım ne denli büyük olduğunu ve tehlikeli. çünkü onun adı Neden'di. tümevaran mı tümden gelen mi, sonradan mı önceden mi doğan bilemediğim.
Kendi nedenini, neden sorusuna cevap bulunamamasına bağlamış bir kederdi bu. umutsuz bir çözümsüzlük. bir virüs, kanser gibiydi. bölücü, yıkıcı, parçalayıcı, yok edici, devrimci, anarşist. kötü, korkulan her sıfat yakışıyor ona. ama anlatmıyor onu.

-geçen gün tavukçuda gördüm seni. dönüyordun güneşinin etrafında. hakikatim diyordun ona. bronzlaşarak tatlanıyordu belli ki tenin. tavukçu habire krem sürüyordu etine buduna. tavukçu imam hatipten terk, bu işi biliyor, belli. plajın içinden bir de şiş geçiyordu, bir tutku gibi bir amaç gibi bir şiş. tutunmuştunuz ona cemaat olarak ama niye anlamadım. soramadım da neden. 22 tavuk yanılıyor olamaz dedim vardır bildikleri-

nöronlar demiştim, benim küçük işçilerim. sigortasız, karın tokluğuna, sanki bu devlet babalarının. 'bir duman kokusu yayılıyor' dediler, tutuşuyor hücreler. 'kabarcıklar' dediler, birer neden taşıyorlar vücudun meydanlarına, ara sokaklarından. duman gibi yayılıyor fısıltı bünyenin dört yanına. neden...
demiştim ya beynimde o sırada iktidarda kim vardı hatırlamıyorum. ama 32 yıllık genç devlet tehlikeli bir dumanla kaplanıyordu. o dönemde ülke, tüm ideaların çekiçle dövülüp kaybedilmemesi gereken sanatsal zenginlik kıvamında müzeye kaldırıldığı bir yerdi.
aydınlığın önünün kapanmasına asla izin verilmez, mağaraların önleri her daim temiz tutulurdu.
ideaların, mantığın askerlerinden kaçacak nebze kurnazları karanlık köşelerdeki şatolarına çekilirdi. ancak gözler kapanıp, yorganın sıcaklığı ve bilinçaltının ışığı vurunca sokaklara, eski şanlı türkülerini söylerler, naralarını atabilirlerdi. izin veriliyordu sanki onlara ölmesin diye yaratı.
hücreler arasında çeşit çeşit söylenti dolanır dururdu. kimine göre şehir efsanesi kimine göre komplo. en büyük idea, beynin içindeymiş. mahsus yasaklıyorlarmış ideaları ki o hep başta kalsın.

-bizim arkadaşın oğlan askerliğini beyincikte yapmış onun bir arkadaşı nöbetinde görmüş. açılınca kapısı hipotalamusun o gün, görememiş içeride bir ışık ve gölgesinden başka bir şey. ışık demiş nasıl maddeden süzülmeden gölge doğurur. sonra o arkadaşını izne göndermişler apar topar, bir daha da dönmemiş, haber de alamamışlar ondan. öyle dedi zerdüşt-

duman, zamanla alışılan bir kıvamda tütmeye devam etti. Lakin hiçbir şey dumandan önceki gibi değildi. Bir keder bulutuydu bu, omuzlardan gözlere oradan kalbe doğru ağır ağır yağan bir yük. Akillerin yıllardır hüznün nedenini bulmaya yönelik çabasının dumanı körüklemekten başka bir şeye yaramadığına inanılınca ideaların naraları duyulmaya başladı artık güpegündüz.
Düzen bozuluyordu.
yıllardır çıkmaktan ölüm gibi kaçındığı seyahati düşünmeye başladı akıl. Dumanın çıktığını bildiği yere, kalbin tam altına bir manga mantık askeri gönderilecekti. Oralarda pek sevilmeyeceğini ve hatta belki nefret edileceğini bildiği için bu askerlerin, ellerine beynin fermanı da verilecekti. Geçmişe yolculuk edeceklerdi ellerinde padişahın özür fermanıyla. Bilinçaltının çamur rengi göllerinde yaşayanlardan af dileyecekti kral.
herşey hazırdı yol aldılar tersine akrebin yelkovanın, kaç selamlaşma geçti karşılıklı. İndiler karanlık bölmelerine hafızanın, açılmamış kilitlerini açtılar dillerinin.
yoldayken kral durmadan kutsal saydığı dizeleri mırıldanıp durdu. duyulabilen ve hatırlanabilenlerden biri galiba şuydu;

-Ağırlaşmış cesedi insanın
Bu mavi tabut dibe çöker
Kendisi ve tanrısının etrafında dönerek
Ve felaketi çağırır aynılık
Sayıklar durur dayak yiyen peygamber
neden neden neden-

boğazı aşıp vücudunda hiç gezinti yapmamış bir beynin, tanımı konamayan ama genelgeçer bir ifadeyle evrenini sarsan derin bulantı sonrası uzak topraklarına yaptığı tedbili kıyafet seyahatin seyir defterinden notlar:
...güneşin beni görmemesi için uzun süre gece yolculuk ettim, gündüzleri gölgelerde uyudum. vücudumun içinde ölmekten korkuyordum.
kalbin değişken ama güçlü gölgesinin altında olduğum günlerden biriydi.
varlığını daha önce bilmediğim bir kentin yakınlarında.
'tanrı öldü leşi kokuyor'. çamurlu bayırlardan yaklaşan yaşlı kadın bağırıyordu, nereye gittiklerini bilmeyen göçmenlere.
'orada, doğduğunuz topraklarda. susun ama unutmayın bu kokuyu'
zalim dipçikleriyle askerler susturmaya çabalıyordu kadını.
've güneş, bunu kimse bilsin istemiyor' diyordu kadın ancak kendisinin duyabileceği bir sesle, yatırıldığı, ezildiği yerde....
beyin, tedbili kıyafet geldiği kalbinin çorak topraklarında, gördüğü bu olayı hiç unutmadı. yaşlı kadının ölmeyip sözlerine devam etmesini istedi ama hiçbir şey yapamazdı. doğruyu söylemekten başka amacı kalmamış kaç insanın böyle öldürüldüğünü düşündü.

bulanık dünyada balık avlamak

mühim 3 hadise
o dönemde saptanmaya değer görülebilecek en mühim üç hadise, kalbimdeki sıkıntı, beynimdeki uğultu ve ikisinin bir sonucu veya nedensiz olarak niteleyebileceğim süreksiz yaratma hevesimdi.
okuduğum veya okuyamadığım sayfaların arasına sürdüğüm gözlerim,
kağıt tarlalarındaki nöbet kulübelerinin arasında,
şafağını doldurmaya çabalayan bir asker gibi dolanıp duruyordu.
sahipsiz ve özgürdü aslında.
beyin, çoktan dağılmış ordusunda sadece adı yaşayan bir komutan gibiydi. askerler nöbet tutuyor, komutan top mermileriyle bezenmiş karargahında savaşı bitirecek bir neden arıyordu. saptanmaya değer görülebilecek üç hadise için bir neden.
imamın görüşleri
şüphenin askerlerince sürülüp harabe tapınaklardan birinde inzivaya çekilen ünlü bir imama göre savaşın tek nedeni neden aramaktı.
artık neden aramayı bırakıp inanmalıydı insan.
inanmak isteyen için çok seçenek var diyordu, üstelik kolayca, eve teslim.
işte böyle. düz pütürlü, renkli renksiz, büyük küçük, kalın ince kağıt tarlalarının üzerinde, güneşin nedensizce doğup öylece batışını izliyordu gözler.
hakikat yumağı
o sıralar modern bilimlerden bahseden ansiklopedik bir kitabın, dikkat başlığı altındaki kelimelerinde akıp giderken aslında çok ilginç sayılamayacak bir cümleye rastladım:''herhangi bir anda beynin etkinliği tamamen bilinçli, bulanık ya da bilinçsiz olabilir''
gözün sayfadan sıyırıp beynin kıvrımlarına gönderdiği 'bilinçli', 'bulanık' ve 'bilinçsiz' kelimeleri yuvarlandıkça bir hakikat yumağı oluşturuyor gibiydi.
günün 24 saatini bir tasnife tabi tutmak gerekirse bilinçli yaptığım tüm faaliyetlerin iş, günlük faaliyetler, bilinçsiz yaptıklarımın ise otomatikleşmiş bazı davranışlar ve rüyalar olduğunu gördüm.
bunları çıkardığımda karşımda koskoca bulanık bir deniz duruyordu. öyle ya zorunlu kalmadığım sürece gün boyu bu bulanık suyun içindeydim. çoğu zaman beynimin neyi, niye düşündüğünü bilmiyordum. bunun uğultuyla mutlaka bir ilintisi olmalı. ya gereklilikler, ya zorunluluklar, ya tutkular, ya sıkıntılar, ya umutlar döndürüyordu çarkını bulanık dünyamın.
bilincimin evine yaptığı ani baskınlarında yatağında gördüğü absürd olarak nitelediği hikayelerdi. ben de bulanık suda balık avlamaya karar verdim. küçük bir kalem ve not defterinden yaptığım oltamı yanımdan hiç ayırmayarak beynimi iş üstünde yakalamayı iş edindim. böylelikle bulanık suda avladığım birbirinden garip yaratıkları diğer insanlara da gösterebilecektim.

İzleyiciler