29 Temmuz 2009 Çarşamba

Çözülmeler/Kopuşlar- EPISODE 2

İç Anlatmaları-1

Dantellerle örttüğüme bakma

Göğsümde teneke bir kutu.

Tıngırtısı benden önde gidiyor,

Uzun uzun yolları yürürken

Kendi içimden geçiyorum topuklarımı vura vura

Anlatmamaya yeminliyim.

Piç ettim lisanı,

Eskisi gibi net değilim,

Flulaştım.

Sıfıra çok yakınım

Artıya da eksiye de aynı şiddette yatkınım.

Ben nasıl duramadımsa sözümde,

Sözlerim de hiçbir noktanın önünde duramıyor,

Noktayı buluncaya kadar virgül virgül virgül,,,

Zerafetle ifadesi öyle zor ki,

Göğsümdeki teneke kutuda saklı ipekli mendilim.

Safiyeti gördüğüm yerde başlıyorum ağlamaya,

71 milletin sesinde kayboluyorum.

Bilirdin ki çeliktendim,

Yanlış.

İçi oyulmuş bir ağaç gövdesiyim.

Gazoz ağaçlarına inanıyorum hala,

Filmlerin, şarkıların içinde yürüyorum

Ellerime kollarıma eril kementler, kelepçeler

Yakalanır mıyım daha?

Serçe kalabilir miyim hala ?

Silahlandım, ne bekliyordun?

Düz yollar dururken

Dikine gitmek kolay mı???

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Adınla çağır beni

Beğenin ya da beğenmeyin, onaylayın ya da onaylamayın, aşk hangi şekilde kendine yer bulursa bulsun, madde değildir esas olan. Aşkın nerede, ne zaman geleceği ve ne izler bırakacağı ve sizin onu nasıl karşılayacağınız, neleri göze alıp nelerden vazgeçeğiniz sizi siz yapan şeydir. Uzun zamandır okuduğum ve - kendi içeriğinde ilk diyebileceğim- en güçlü romanlardan biri Andre Acıman'ın romanı. 17 yaşındaki Elio ile profesör anne babasının eve her yaz davet ettiği akademisyen konuklardan biri 24'ündeki Oliver'ın zamana yayılan ve bu çerçevede çok başarılı bir şekilde detaylandırılan ilişkisi. Elio ve Oliver'ın başlangıçta soru işaretleri ve zaman zaman takıntıya dönüşen sessiz iletişimi, zamanla kendine fiziksel boyut da kazanıyor ve bunu yaparken verdiği -belki de genel geçere göre rahatsız edicidir bu ve bu anlamda homofobik olanların kitabı okumaması tavsiye edilir- detaylarla okuyucuya önemli deneyimler kazandırıyor.

Diğerlerinden ya da birbirlerinden gizli giyilen eşyalar, üstü kapalı ve bu yüzden nerdeyse çözümlemeye kadar algılanmamış gibi görünen oysa her iki tarafı da sürekli oyalayan mesajlar, evle, evin içinde ve dışında olup bitenlerle ilgilenirken aslında temelde birbirlerine vermeye çalışılan mesajlar, sözde kayıtsızlıklar, limonata, güneş kremi, kitaplar, espadriller, renkli kalemler, Akdeniz esintileri, Marzia, Chiaria ve Vimini..1980'lerin ortasında italya, entellektüel bir aile ve bu ortamda kendine yer bulan güçlü bir öykü.

Aşk’ı okurken hissettiğim eksiklik yüzünden bırakıp bir öneriyle başladığım Adınla Çağır Beni, bir nefes çekişi sürede okuduğum ve belki de okuduklarım içinde içinde aşkı en başarılı şekilde anlatan kitapların başına yazdırdı adını. Sonra Aşk’a devam ettim, o boşluk tamamlandı, eşzamanlı Adınla Çağır Beni’yi tekrar okudum.

Bunca aşktan sonra fırtınanın hızını kesmeyecek bir kitap...Bilen, duyan var mı?


Kitapta altı çizilenler
“Daha sonra”
“Daha sonra değilse ne zaman? “
“Cor cordium”
“Durursan öldürürsün beni/durursam öldür beni”
“Roma’nın her tarafında Erosla karşılaşıyorduk çünkü biz onun kanatlarından birini kesmiştik ve daireler çizerek uçmak zorundaydı “
“Kime kendi adımla hitap edecektim şimdi ben? “
“Pasquino Heykeli”
“Fenesta Ca Lucive”
"Doğa bizim en zayıf noktamızı bulmakta ustadır. "
“Parce que c’etait lui, parce que c’etait moi”
“Çünkü o benden daha çok bendir” Bronte
"O akşam beraber oturur sert bir eau de vie içeriz
Thomas Hady, Well Beloved
“Ölürken bir sana elveda diyececeğim.” ve
“Kendi adınla çağır beni”
Bach'ın Goldberg Varyasyonları, hatırlamak için

Adınla çağır beni, Andre Aciman, Sel Yayıncılık, Haziran 2009,

A.N

12 Temmuz 2009 Pazar

NAZAR ALAN CAN VEREN BİR ŞAMANIN HİKAYESİ

-FİKİR VE YOLCULUK-

Bu sıcakta ateş karşısında çalışanlar... Korkmayın, size bugün kötü bir hikaye anlatmayacağım, yazılabilecek binlerce trajedi olsa da bunları görmeyeceğim bugün, söz...
ateş karşısında çalışanlar...yapmak istediğim tam olarak bunun gibi bir haberdi. Birkaç gün önce Selçuk’ta bir fırında 18 yıllık odun fırını ustasıyla konuşmuştum. Okurun da beklediği ilk soru olan ‘Bu sıcakta zor olmuyor mu’ sorusuna elindeki bıçakla ekmek hamuruna çizik atmakta olan usta, yarı gülümseyerek ‘ne yapacaksın, ekmek parası’ cevabını verdi. Bu soru sorulmak, bu cevap da verilmek zorundaydı sanki, üzgünüm.
Haberin tek meslekle yetersiz olacağını biliyordum. Aklıma demir çelik işçileri gelse de fabrikaların sağlıksız çalışma koşullarını ifşa edeceğimizden endişe edip izin vermeyeceğini tahmin ettiğimden bunu sadece yazının içinde geçirmeye karar verdim.
Aklıma nazar boncuğu atölyeleri de gelmişti. İzmir’de Menderes’in Görece Köyü veya Kemalpaşa’nın Kurudere -turistik adıyla Nazarköyü’nde- halen çalıştığını bildiğim nazar boncuğu ocaklarına gitmeliydim. Kurudere’ye daha önce defalarca gitmiştim. Görecedekiler’in nasıl olduğunu merak ediyordum.
İnsanları, sıcağıyla su kenarlarına, dağ başlarına kaçıran temmuz ve ağustos, İzmir’de fuar haftasına kadar gazetecilerin nefes almasına, bu tip rahat haberler yapmasına fırsat verir.
Hafta sonu Torbalı’da tanı konulamayan hastalığa tutulmuş bir insanın acı öyküsünü haberleştirmeye giden ekibin aracına dahil olarak yola çıktım.
Habere giden arkadaşımla bu haberi yaparak aslında ne yaptığını tartıştık. Beyaz arabamızın tepesine bir ambulans sireni yerleştirmeyi önerdiğimi söyledim. Ambulansla cenaze aracı arasında bir şeydik aslında o gün. Neyse bu başka bir hikayenin konusu. Bugün size güzel bir hikaye anlatacağıma söz verdim.

-KURTARILMIŞ BÖLGE-

Arabanın, kolaylık olsun diye yapıldığı halde aslında açıp kapatması daha zor olan sürgülü kapısını kapattığımda karşımda gördüğüm manzara, tahmin ettiğimden daha serin ve güzel bir yere geldiğimi söylüyordu.
Ahşap takın ortasına asılmış, ‘Boncuk Köy’ yazılı, nazar boncuklarıyla bezenmiş bir tabelanın altından geçerek sağlı sollu ağaçların arasından yürüdüm. İlerledikçe etrafımda gördüklerim şaşkınlığımın artmasına neden oluyordu. Kayrak taşlarıyla döşenmiş yerler ve duvarlar, ilerdeki çeşme, çevredeki çiçeklikler, oturma yerleri her şey boncuklarla süslenmişti. Evrenin tüm nazarlarından korunan bir yere gelmiştim. Kurtarılmış bölgeydi burası.
Renkli boncuklara karşı bir erkek olarak henüz tam kavrayamadığım bir ilgisi olan kadınları sevinçten çıldırtabilecek bir yerdi burası. Bu dünyada boncuklarla birlikte her şey aslında estetik bir bakışla yerleştirilmişti. Kullanılmayan ağaç kütükleri saksı, kırılmış yalak taşları koltuk, dibek taşları aksesuar olarak kullanılmıştı.
Bu dünyanın içinde kaybolduğum sırada elinde koca bir şırıngayla bahçede dolaşan gözlüklü adamı gördüm. Yok bir kurgu hikaye değil bu. O şırınganın aslında ne kadar şirin bir amacının olduğunu az sonra anlatacağım.
Kısa bir tanışmadan sonra saman yastıklı, tahta sandalyeli gölgelikte oturmaya, sohbet etmeye başladık Boncuk Köy’ün patronu Kemal Kayan’la.
Buranın çok güzel olduğuyla ilgili sıradan sözleri hızla geçip ilginç hikayesini dinlemeye koyulduğum sırada daha önce görmediğim bir şey oldu. Kemal Bey’in bahçesinde 4-5 tane tavus kuşu vardı, biri beyaz, diğerleri renkli. Her birinin adı var ve bir çok da yavrusu. Hatta bir tanesine de bir tavuk annelik ediyordu. Asıl inanamadığım şey bu tavus kuşlarının oturduğumuz yere gelip ürkmeden, kaçmadan yanımızda ötmeye başlamaları. ‘’Sana hoş geldin diyorlar” dedi Kemal Bey. Sonradan öğrendim ki içeride onlarca çeşit kuş hatta dağ keçileri bile varmış.
Neyse biz sohbete gelelim.
Babası Konya’nın Beyşehir ilçesinden 1930’lu yıllarda İzmir’e göçen bir yörükmüş Kemal Bey. İzmir’de kurukahvecilik yapıyormuş ailesi. O da asker dönüşü ilk mağazasını Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde açmış. Burası ta o zamanlar da kentin en canlı sokaklarındanmış. Kemal Bey’ın açtığı bir kurukahveci dükkanı olsa da alalade bir dükkan olamayacağına da ikna olmuştum zaten gördüğüm bu güzel bahçeden sonra. Dönemin çarşıdaki ilk ışıklı tabelasını yaptırmış dükkanına. Sene 1966. Kemal Tahmis Kurukahvecisi, konfeksiyon mağazalarında bile bulunmayan albeniyle hizmetteydi.
Kemal Bey, o dönemde çarşı içinde bulunan bir boncuk dükkanını gezmiş. İlk gördüğünde tutulmuş bu işe. 2 kutu boncuğu aldığı gibi dükkanına getirmiş, vitrine güzel bir şekilde yerleştirmiş. Kahve almaya gelenler boncukların da satılık olup olmadığını sormaya başlamış. Hatta kahve yerine boncuk almaya gelenler bile olmuş. O dönemden bu yana aklından hiç çıkmamış bu iş. Yıllar sonra müteahhitlik yapmaya başlayan Kemal Bey, biraz para kazandıktan sonra bunu tutkusu için harcamaya karar vermiş.

-MALİBU ŞİŞESİNDE BONCUK OLSAM-

İzmir’de çok eski yıllarda boncuk fırınları Kemeraltı Araphan’da bulunuyormuş. Odun fırınından çıkan dumanın yerleşim arttıkça çevreyi rahatsız etmesi üzerine çarşı içindeki esnafın bir bölümü Kemalpaşa’daki Kurudere’ye, bir bölümü de Görece’ye gitmiş.
5-6 ailenin yaptığı boncuklar, İstanbul’daki biri Ermeni, biri Yahudi biri de Kayserili 3 tüccar tarafından alınıyormuş.
Kemal Bey’in yalancısıyız; bu tüccarlar o kadar düşük fiyat veriyormuş ki artık boncuk işini yapmak isteyen çıkmıyormuş. “Hala çalışan ustalar da günlük yaşamayı seviyordu, hammadde bulunmadığı için kalite günden güne düşüyordu’’ diyor Kemal Bey.
Yeri geldiği için ilginç bir anekdotla anlatalım; nazar boncuğunun hammaddesi, cam ve şişe fabrikalarının renkli cam atıklarından oluşuyor. Gelişen teknolojiyle bu fabrikaların artık saydam camın üzerine boyama yapmaya yönelmesiyle hammadde kaynakları iyiden iyiye kurumuş. Hatta bir ara beyaz renkli Malibu marka içki şişesi en makbul hammadde haline gelmiş. Ancak Malibu son yıllarda şişesini değiştirince bu kapı da kapanmış.
‘’Benim bu işe girdiğim yıllarda bira şişesinden bile boncuk yapılıyordu. Bira şişesinden yapılan boncuğa da artık boncuk dememek lazım’’ diyor Kemal Bey.
Boncuğun kaderini kurtarmak için ilk önce hammadde işine el atmış Kemal Bey. Birkaç hurdacıyla boyama olmayan renkli cam atıklarını getirmesi için anlaşmış, cam fabrikalarını tek tek dolaşmış. Hemen sonra Görece’deki ustalara gitmiş. ‘Siz de varsanız bu işi adam gibi yapalım’ demiş. Ustaların da bu işe girmesiyle tüm ocaklarda en güzel hammaddeden en kaliteli işler çıkmaya başlamış. Tabi bu durum fiyata da yansımaya başlamış. Ama Kemal Bey’in o dönemde göremediği İstanbul’un bu işe göstereceği tepki olmuş.

-DEVE ÇANIYLA BİLE KANDIRAMADIM-

Hikayesinde biraz da Kemal Bey’e de kulak verelim;
“Bu tüccarlar, tam 6 ay malımı almadılar. Ustalar üretip getiriyor, depo boncukla dolup taşıyordu. Ama alan yok. Bu işe çok para yatırmıştım. Baktım telefonla olacak iş değil kalktım İstanbul’a gittim. Ermeni tüccarla oturup konuştum. İkna edemedim. ‘Senin ne işin var boncukla git müteahhitlik yap’ dedi. Ben de eğer mal almazlarsa müşterilerine kendimin ulaşacağını söyledim. ‘Senin gücün yetmez o işe’ dediler. Baktım dükkanında deve çanları var. Benim de deve merakım var. Hala da bir devem var Pınarbaşı’nda. ‘Bu çanların hepsini alıyorum’ dedim. İndirdi tezgahın üzerine koydu. Ama dedim ‘bunun karşılığını sana boncukla öderim’. İstemedi ama kabul etmek durumunda kaldı. Böylelikle alışverişin başlayacağını ummuştum. İzmir’e geldim ama yine de sipariş gelmedi.’’

-ANADOLU YOLLARINDA-

Sanıyorum artık siz de ben de Kemal Bey ile yeterince samimi olduk. İsterseniz bundan böyle Kemal amca diyelim.
İlk Körfez savaşının çıktığı yıllar, memlekette 5-6 yılda bir olduğu üzere o dönemde de kriz var. İstanbul seferinden de sonuç çıkmayınca Kemal Amca krizden korkup, oğluyla birlikte Anadolu yollarına vurmuş kendini. Sahil şeridinden Ege, Akdeniz, İskenderun, oradan Ankara, Kapadokya, ve oradan da -İstanbul’a girmeden- Bursa’ya ve İzmir’e... Onlarca kent, yüzlerce ilçe dolaşmışlar, yolda gördüklerine sormuşlar ‘burada hediyelik eşya nerede satılır’ diye.
“İlçenin birinde boncuklarını İstanbullu tüccardan alan bir esnaf, bir önüne serdiğimiz şıkır şıkır, billur gibi boncuklarımıza bir de vitrinindeki soluk, tek tip boncuklara baktı. Telefonla İstanbul’u bağlattı. Ağzına geleni saydı karşısına çıkana’’ diye anlatıyor Kemal amca keyifli bir hatırasını.
Kemal amca güzel anlatıyor, bırakalım sazı ona;
“Malları bıraktık ama bir çok esnafa parayı ‘satınca ödersiniz’ dedik. Aradan biraz zaman geçti. Arayan soran yok. Bir süre sonra telefonlarımız çalmaya başladı. ‘Yahu arkadaş bıraktınız gittiniz, hırsızlık malı mıydı bunlar. Bir daha ne aradınız ne sordunuz. Malları sattık, gelin hem paranızı alın hem mal getirin’.
‘Tuttu bu iş’ deyip tekrar düştük yola. 350 bin kilometre yaptık, 2 araba eskittik. İstanbullu’nun ‘beceremezsin’ dediği işin üstesinden geldik. Kendi dağıtım ağımızı kurduk. Şu anda tüm turistik merkezlerde boncuğum satılıyor, ülkede benim kadar çeşitte ve miktarda üreten kimse yok. Zamanla işin tasarım yönüne ağırlık verdik. Benim amacım para kazanmak değil. İşin sanat yönüne ağırlık vermeye başladım. Farklı ürünlere hevesli olan, sanat yönünden anlayan alıcı kitlesine dönmeye başladım. Cebimin değil kalbimin emrettiği yolda gittim’’
Kemal amca, daha 10 yıl öncesinin ticaret ahlakıyla ilgili bir not da veriyor bu arada; anlattığına göre ‘satınca ödersiniz’ dedikleri parayı eksiksiz toplamışlar Anadolulu esnaftan. Kimse ‘biz sizi tanımıyoruz’ dememiş yani.

-ÇİN İŞİ YUNAN İŞİ-

Sohbetin hemen burasında Çin malını sordum Kemal amcaya. Çin’in sadece nazar boncuğunu değil tüm el sanatlarını öldürdüğünü söyledi ve ekledi: ‘’Biz hala ayaktayız çünkü bu işten zengin olma amacımız yok. Oğlum sevdiği bir işin sahibi. Gelinim var resim öğretmeni. Hepimiz yeni şeyler tasarlıyoruz. Boncuğun kullanım alanını genişletmeye, dekorasyona daha çok yaklaştırmaya çalışıyoruz. Bizim bu yaptıklarımızı Çinliler yapamaz. Buraya Çinli, Yunanlı bir çok insan geldi. Çinliler işi öğrenip taklit etmek için geliyor ama mal verdiğimiz bir Yunanlı daha akıllı çıktı. Verdiğimiz boncuğu başkalarına satarken Yunan malı diye sattığını öğrendik. Kestik alışverişi. Standart üründe eninde sonunda herkes sizi yakalayabilir ama bizim işimiz sanat. Bu yüzden korkumuz yok.’’

-AMACINDAN SAPMIŞ BİR MUHABİR-

Sohbetimiz sonrası Kemal amca beni bürosu ve galerisinde gezintiye çıkarıyor. Açık söyleyeyim kapıdan ilk girdiğimde bir boncuk atölyesinde değil Muğla yöresindeki turistik bir restorana girdiğimi hissetmiştim. Hatta Kemal amcaya “Burada neden restoran gibi bir şey yok” diye sordum. “Herkes bunu soruyor, ‘şuraya yiyecek bir şeyler koysan’ diyor. Burası çok güzel ama unutmayın ki bir boncuk atölyesi. Benim işim lokantacılık değil. Belki fincanda kahve yapabilirim ama o bile riskli’’ diyor.
Bahçenin geniş avlusundan sağa dönünce ben de anladım buranın bir boncuk atölyesi olduğunu. Gördüğüm en sanatsal boncuk ocağıydı karşımdaki. En tepesi tombul, sevimli bir yüzü anlatan bir çift nazar boncuğundan gözleriyle gülen bir çömlek, çatısı kiremit, duvarları camekan bir yörük çadırıydı bu. İçindeki ocağın bacası, duvarları renk renk boncuklara bezenmişti. Diğerlerinin aksine bu ocak gazla çalışıyordu. Ama durun bir dakika. Bunca güzel sohbetten sonra yola çıkış nedenim olan “ateş karşısında çalışanlar” haberime hiç uygun bir durum değildi bu.
Üzüldüm mü ? Hayır.
Ama ‘neden gaz ocağı’ diye sordum Kemal amcaya. Odun ocağında alevin şiddeti tam kontrol edilemediği için camın renginin soluk çıkabildiğini, ayrıca ateş karşısındaki ustanın sıcaktan kan revan içinde kalıp ustalığını tam gösteremediğini, bu nedenlerle gaz ocağında daha kaliteli iş çıkarmanın mümkün olduğunu anlattı.
Kemal amcanın bir nazar boncuğu ibadethanesi gibi süslediği bürosunu, sanat galerisini gezdikten sonra bunca güzellik kaç kareye içine sığar deyip, başladım fotoğraf çekmeye. Ama her santimini de çeksem sığmayacağını anlayıp bıraktım bir süre sonra.
Merkezden aldığım telefonla aracın bana doğru geldiğini, nazarlardan kurtarılmış bölgeden çıkıp gerçek dünyaya geri dönmek gerektiğini öğrendim.

-TAŞ TAHTINDAN OVALARINA BAKTI-

Kemal amcayla aracımı beklerken boncuk merkezli sohbetten de uzaklaşma fırsat bulmuştuk. Kemal amca bana dağ keçilerinin bulunduğu tellerle çevrili araziyi, “buraya hiç usta girmedi, hepsini oğlumla birlikte yaptık’’ dediği depoları, eski telefon direklerinden yapılma oturma alanlarını, yemeklerini pişirdikleri odun ocaklarını gösterdi.
Bahçeden çıkmadan önce gösterdiği ironik sanat eserlerini gördükten sonra aklımda sahipsiz biçimde dolanan düşünce sağlam bir kök buldu.
Aslında karşımdaki adam düpedüz bir şamandı. Kurumuş, içi çukurlaşmış ağaç köklerini saksı yapıp içine çiçekler diken Kemal amca, küçük bir mezarı andıran bu saksının başına da çarpıcı bir mezar taşı yazısı bırakıyordu: “Doğa katiline ölüm”...
İnsana benzeyen ağaç dallarını vernikleyip süslüyor, duvarlara asıp onlara verdiği isimlerle hitap ediyordu. Kırılmış yalak taşlarını alıp traşlayarak kendisine ilk çağlardaki kral tahtlarını andıran koltuk ve masalar yapıyor, bir yastık atarak oturuyor ve eserlerine bakıyordu. Kırılan su testileri için gördüğüm en anlamlı heykeli yapıyordu Kemal amca. “Su testisi su yolunda kırılır” sözünü çok duydunuz. Peki gördünüz mü ? Boncuk Köyün tam girişinde onlar adına yapılmış bir anıt var, mutlaka görün.
Sıcak bir günde ateşli fırınlarına rağmen etrafa büyülü bir serinliğin yayıldığı bahçeden aracıma doğru ilerlerken, gördüklerimi kafamda oturtmaya çalışıyordum. Kemal amcayla vedalaşıp arabama yöneldiğim sırada Boncuk Köy yazılı tabelanın altındaki nazar boncuğuna takıldı gözlerim. Nazar zaten bir şaman inancı, nazar boncuğu da bir şaman takısı değil miydi zaten....El salladığım adam neden bir şaman olmasındı...

-EY DİKKATLİ OKUYUCU

Ha bu arada, dikkatli okuyucu şırınganın hikayesini atladığımı sanmasın. Belki bir saksağan yavrusunun hikayesi bu. Daldan düşmüş yaralanmış, Kemal amcanın dediğine göre annesi ilgilenmemiş. Onu kedi köpeğin pençesine, ölüme terketmeye kıyamamış Kemal amca. Kafeste iyileştirmeye çalışıyormuş. Yavru kuş kuru yem yiyemediği için de unla suyu karıştırıp şırıngaya çekiyor, avucunun içine alıp gagasından içeri boşaltıyormuş. Arada da su veriyormuş. Ben girerken beslemişti, çıkarken de suyunu verdi. Dedim ya can veren bir şamanın hikayesi bu...

DION 11TEMMUZ 2009

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Suskun

I

Susmayı öğrendim

II

Susmayı öğrendim
Çığ gibi büyüdü sesim

sözcüklerbirikirşiirlerindenizedöküldüğüyerde

I
bütün aşklar ve
bütün şiirler
denize dökülür bu şehirde
ne yanıma baksam deniz
ne yanıma baksam şiir

- ki şiirle büyür ağaçlar


II

Trende Ad Koyma Töreni

-Otur bacım diyor adam
kucağında bebekle ayaktaki kadına-

Bacım sen daha yeni doğmuşsun
Kucağında yeni doğmuş bir bebek
Onun adı şiir olsun

Onun adı şiir olsun, şiirle büyür ağaçlar
Kimse bilmez bunu,
şiirle büyür ağaçlar

III
Şiirle büyür ağaçlar, aşkla büyür
Kimse bilmez bunu
Sokakların tanığı ağaçlar kadar
Bilmez kimse
Şiirle büyür ağaçlar

A.N

İlyana

-Bi şairin rakısıyla sigarasının dumanı arasındaki
en kestirme yoldur yaşamak -

Şiir akşamından Taksim’e doğru
Ar damarı çatlamış bir düşün
Kırılma sesidir İlyana
Üstüne basa basa
"ben simdi sana nasıl anlatayim İlyana?"
Bir şairin rakısıyla en telli sigarası arasında
En uzun yoldur senin yolun
Erotik bi şopun vitrininden sızan
Üçbeş dizedir,
Yalnız bir şiir akşamıdır
En ön masadan seyrine daldığın
Ben sana nasıl anlatayım,
Bu artık ölüm kalım meselesidir
Sözdür, sazdır, alınteridir
Damla damla kanayan

Şiir akşamından yukarı Taksim’e doğru
Uyaklı bir İstiklal akşamıdır
En kırılgan yeridir ruhumuzun
Sitemdir, selzeniştir
Fa diyez tonundan bir perdedir
Yalnızlığımız, yaşamışlığımızdır
Ah, ben sana nasıl anlatayım
Üstüne basa basa
Bir kadeh şaraba banılmış eksik bi şiirdir
Ki İstanbul’dur en yalnızımız
Vakit’siz ve ürkek bir şiir akşamıdır
Yemeklerden hemen önce alınan
Yaşamaktır İlyana
Sabahtan akşama yaşamaktır
Bağıra bağıra yaşamaktır
Geceden sabaha
Ölüm korkusudur kimi zaman
Yaşamaktan anladığımız
Sabahın geceye vuran ıssız kokusudur
Ah bir seni tanısaydım İlyana
Bir anlatsaydım sana
Parmakkapı’dan yukarı Taksim’e doğru
Titrek sesle okunan bi şiirdir aslolan
Yaşamın ta kendisidir, haykırıştır, isyandır
Üstüne basa basa
Yaşamaktır düpedüz İlyana.


(Şükrü Erbaş, Ömür Hanım ile dertleşirken düştü aklıma. Sonunu ise, istesem getirirdim. Ama az geldi yaşım, sindiremedim. Bazen belli bir sonu, konuşmak istemez insan, yeterince “ol”madığından. Birgün bir baktım, İsmet Özel noktayı koymuş bile...)


Ömür Hanımla Zaman Efendi;

Aynı pınardandı içtikleri,

Aynısıydı koşaradım geçtikleri yollar,

Ayak izleri, parmak izleri, yara izleri, hep aynı.

Uzun uzun sustukları ses,

Yerine varmayan sözleri bir.

Mesafeli bir ilişkiydi.

Elini tutmaya korkardı Ömür Hanım, Zaman Efendi'nin

İkisinin ortak korkusuydu alışmak.

Arkasından koşmaya çekinirdi Zaman Efendi, Ömür Hanım'ın

İkisi de bir an önce gitmek isterlerdi, kalmayı sevmezlerdi.

Günlerin soluğu tükenmişti.

İkisinin de, umutsuzdu misafirleri

Onların evinde,

Onlardan medet umar, onlardan dert yanarlardı

İkisini birbirinden ayrı göremez,

Acımasız, halden anlamaz, vefasız bulurlardı.

Önce Ömür Hanım anladı,

Ardından Zaman Efendi sezdi.

Yanyana dursalar da

Birbirlerine yetişemezlerdi.

Birlikte susup birlikte söylemenin

Ortak mutluluğun adını koymanın

Birbirine yetmenin

Anı yakalamanın vakti belliydi.

Su gibi..

Akıp geçmişlerdi.

Kimselere yaranamadan,

Hem en ulaşılmak istenen

Hem hep ertelenen olmaktan yorulmuşlardı.

Ömür Hanım, artık vakit gelsin istedi

Açıldı Zaman Efendi'ye.

"Daha değil" dedi Zaman Efendi,

Daha vakti var...

((.....en doğrusu son kertede iki insan
vakitsiz okunmuş bir ezandır
çünkü zaman
iki insan
ya da
hiç...

İsmet Özel))


5 Temmuz 2009 Pazar

sınav masasına oturdun işte, dayanmak çok zormuş inan bu işe

1- bir mobilet motosiklet için 'işlevini aşan bir gürültüyle yol alıyor' diyebiliriz. 'bu kadar ses çıkaran bir makinanın yeryüzüyle bir ilişkisi olamaz. bu olsa olsa ya mars ya jupiter görevidir' de diyebiliriz. ama bunu şu anda sizlere sesimi duyurmama aracı olan bilgisayarım için de söyleyebilir miyiz ?
çıkardığı gürültü ve işlevinin karşılaştırılması hususunda bir haksızlık etmek istemem kendisine. ama açık olduğu sürece durmaksınız bir uğultu hali... bir fan çalışıyor ki allah... tamam, anlıyorum hava sıcak, devreleri serinletmek lazım. ama sesi duyan da afrikadan katil arı sürüsü geliyor filan sanacak. kafamın içinde şuursuzca dönen ''neden yaşlanınca sesleri yükseliyor acaba tüm makinaların ?'' sorusuna bilgiyarımın kendine has uğultusuyla şu cevabı verdiğini duydum, 'zaman sadece sizi değil bizi de yoruyor be hocam'''

Yukarıdaki metni yazan şahıs için aşağıdakilerden hangisi söylenemez ?

A- şizofrenik tanıları temel alan bir hikayeye başlamak istiyordur da çok mu çakma olur diye düşünmektedir
B- küçük sorunları abartıp pudra şekeri ve felsefe tozu ilavesiyle bir lezzet yaratmaya çalışmaktadır.
C- gelecekte insan gibi düşünen bilgisayarlar üretildiğinde kendilerini ilk anlayan kişilerden biri olarak onur ödülüne layık görülecektir. (görülemeyebilecektir de)
D-bilgisayar ses titreşimleri yoluyla şahsın beynine girmeye başlamıştır, bundan sonraki adım onu kontrol etmek olacaktır. Adamın bundan sonra yazacağı yazıların insanlığın selameti açısından dikkatle incelenmesi, gereğinde men edilmesi gerekmektedir.
E- büyük harf kullanmayacak kadar anarşik ruhlu ama de/da bağlacının ayrı yazılıp yazılmadığına takacak kadar da muhafazakar bir kişiliktir
F- sıkıntıdan bir yazıya başlamıştır, üşencinden kısa ama etkili şekilde nasıl bitiririm diye düşünürken sınav sorusu formatı aklına gelmiş ve fakat yazdığı seçeneklere bir türlü doğru cevabı yerleştirememiş birisidir.
G- bu şahsın sıcak ve gürültü nedeniyle beyin devreleri yanmak üzeredir, bırakalım yansın, bundan bi cacık olmaz

2- 1. sorunun C seçeneğinde parantez içinde yer alan ''görülemeyebilecektir de'' tümcesinde sırasıyla hangi ek ve bağlaç kümesi bulunmaktadır ?
A- fiil/belirsiz isim/işkil eki/olasılık eki/zincirli tamlama/ ayrılıkçı de-da
B- bir tek mastar yok, o da gelirse tam olcak
C-Sağlıklı bir ilişki için iki isim, bir fiil, bir çekim bir de yapım eki lazımdır
D- kurumsal olumsuz olasılıklar uyarısı olarak algıladım ben
E-unutmuşuz bunları ya

3 Temmuz 2009 Cuma

cehennemin dibi

işleyecek günahınız kalmadığında
kendiniz olacaksınız
kabuğu soyulmuş fıstık gibi çırıpçıplak

iyiyle kötü yeni anlamlar arayacaklar kalbinizde
yağ gibi akacaksınız
varlığın içinden

1 Temmuz 2009 Çarşamba

paralel evrene nasıl gidebilirim ?

direksiyon eriyor ellerimde
kayıtsız, kızarmış gözlerim
bakıyorum güneşe mi,
karşı yönden gelen ejderhaya mı
uçarak yüzüme üfleyen alevini

gözlerimden içime akan şeritler
bayıltmak üzereyken beni
sırtımda kanatlar patlıyor
kaburga kanatlı karga oluyorum bak
korkusuzum artık.

özgürlüğün, yalnızlığın,
rüyanın yolundayım,
kimyasal enerjimle yakıp eritiyorum gerçeği

düşünen adam yapıp bozabiliyorum rahatlıkla
kırmadan üzmeden düzebiliyorum artık
sınırlı sorumlu poker kartlarını

üşenen adam yapıp bırakıyorum bu oyunu,
uyandırıyorum sıcak rüyasından şiiri
kalk
hakikatın metal dünyasına geçiyorum
kendine iyi bak.

İzleyiciler