12 Temmuz 2009 Pazar

NAZAR ALAN CAN VEREN BİR ŞAMANIN HİKAYESİ

-FİKİR VE YOLCULUK-

Bu sıcakta ateş karşısında çalışanlar... Korkmayın, size bugün kötü bir hikaye anlatmayacağım, yazılabilecek binlerce trajedi olsa da bunları görmeyeceğim bugün, söz...
ateş karşısında çalışanlar...yapmak istediğim tam olarak bunun gibi bir haberdi. Birkaç gün önce Selçuk’ta bir fırında 18 yıllık odun fırını ustasıyla konuşmuştum. Okurun da beklediği ilk soru olan ‘Bu sıcakta zor olmuyor mu’ sorusuna elindeki bıçakla ekmek hamuruna çizik atmakta olan usta, yarı gülümseyerek ‘ne yapacaksın, ekmek parası’ cevabını verdi. Bu soru sorulmak, bu cevap da verilmek zorundaydı sanki, üzgünüm.
Haberin tek meslekle yetersiz olacağını biliyordum. Aklıma demir çelik işçileri gelse de fabrikaların sağlıksız çalışma koşullarını ifşa edeceğimizden endişe edip izin vermeyeceğini tahmin ettiğimden bunu sadece yazının içinde geçirmeye karar verdim.
Aklıma nazar boncuğu atölyeleri de gelmişti. İzmir’de Menderes’in Görece Köyü veya Kemalpaşa’nın Kurudere -turistik adıyla Nazarköyü’nde- halen çalıştığını bildiğim nazar boncuğu ocaklarına gitmeliydim. Kurudere’ye daha önce defalarca gitmiştim. Görecedekiler’in nasıl olduğunu merak ediyordum.
İnsanları, sıcağıyla su kenarlarına, dağ başlarına kaçıran temmuz ve ağustos, İzmir’de fuar haftasına kadar gazetecilerin nefes almasına, bu tip rahat haberler yapmasına fırsat verir.
Hafta sonu Torbalı’da tanı konulamayan hastalığa tutulmuş bir insanın acı öyküsünü haberleştirmeye giden ekibin aracına dahil olarak yola çıktım.
Habere giden arkadaşımla bu haberi yaparak aslında ne yaptığını tartıştık. Beyaz arabamızın tepesine bir ambulans sireni yerleştirmeyi önerdiğimi söyledim. Ambulansla cenaze aracı arasında bir şeydik aslında o gün. Neyse bu başka bir hikayenin konusu. Bugün size güzel bir hikaye anlatacağıma söz verdim.

-KURTARILMIŞ BÖLGE-

Arabanın, kolaylık olsun diye yapıldığı halde aslında açıp kapatması daha zor olan sürgülü kapısını kapattığımda karşımda gördüğüm manzara, tahmin ettiğimden daha serin ve güzel bir yere geldiğimi söylüyordu.
Ahşap takın ortasına asılmış, ‘Boncuk Köy’ yazılı, nazar boncuklarıyla bezenmiş bir tabelanın altından geçerek sağlı sollu ağaçların arasından yürüdüm. İlerledikçe etrafımda gördüklerim şaşkınlığımın artmasına neden oluyordu. Kayrak taşlarıyla döşenmiş yerler ve duvarlar, ilerdeki çeşme, çevredeki çiçeklikler, oturma yerleri her şey boncuklarla süslenmişti. Evrenin tüm nazarlarından korunan bir yere gelmiştim. Kurtarılmış bölgeydi burası.
Renkli boncuklara karşı bir erkek olarak henüz tam kavrayamadığım bir ilgisi olan kadınları sevinçten çıldırtabilecek bir yerdi burası. Bu dünyada boncuklarla birlikte her şey aslında estetik bir bakışla yerleştirilmişti. Kullanılmayan ağaç kütükleri saksı, kırılmış yalak taşları koltuk, dibek taşları aksesuar olarak kullanılmıştı.
Bu dünyanın içinde kaybolduğum sırada elinde koca bir şırıngayla bahçede dolaşan gözlüklü adamı gördüm. Yok bir kurgu hikaye değil bu. O şırınganın aslında ne kadar şirin bir amacının olduğunu az sonra anlatacağım.
Kısa bir tanışmadan sonra saman yastıklı, tahta sandalyeli gölgelikte oturmaya, sohbet etmeye başladık Boncuk Köy’ün patronu Kemal Kayan’la.
Buranın çok güzel olduğuyla ilgili sıradan sözleri hızla geçip ilginç hikayesini dinlemeye koyulduğum sırada daha önce görmediğim bir şey oldu. Kemal Bey’in bahçesinde 4-5 tane tavus kuşu vardı, biri beyaz, diğerleri renkli. Her birinin adı var ve bir çok da yavrusu. Hatta bir tanesine de bir tavuk annelik ediyordu. Asıl inanamadığım şey bu tavus kuşlarının oturduğumuz yere gelip ürkmeden, kaçmadan yanımızda ötmeye başlamaları. ‘’Sana hoş geldin diyorlar” dedi Kemal Bey. Sonradan öğrendim ki içeride onlarca çeşit kuş hatta dağ keçileri bile varmış.
Neyse biz sohbete gelelim.
Babası Konya’nın Beyşehir ilçesinden 1930’lu yıllarda İzmir’e göçen bir yörükmüş Kemal Bey. İzmir’de kurukahvecilik yapıyormuş ailesi. O da asker dönüşü ilk mağazasını Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde açmış. Burası ta o zamanlar da kentin en canlı sokaklarındanmış. Kemal Bey’ın açtığı bir kurukahveci dükkanı olsa da alalade bir dükkan olamayacağına da ikna olmuştum zaten gördüğüm bu güzel bahçeden sonra. Dönemin çarşıdaki ilk ışıklı tabelasını yaptırmış dükkanına. Sene 1966. Kemal Tahmis Kurukahvecisi, konfeksiyon mağazalarında bile bulunmayan albeniyle hizmetteydi.
Kemal Bey, o dönemde çarşı içinde bulunan bir boncuk dükkanını gezmiş. İlk gördüğünde tutulmuş bu işe. 2 kutu boncuğu aldığı gibi dükkanına getirmiş, vitrine güzel bir şekilde yerleştirmiş. Kahve almaya gelenler boncukların da satılık olup olmadığını sormaya başlamış. Hatta kahve yerine boncuk almaya gelenler bile olmuş. O dönemden bu yana aklından hiç çıkmamış bu iş. Yıllar sonra müteahhitlik yapmaya başlayan Kemal Bey, biraz para kazandıktan sonra bunu tutkusu için harcamaya karar vermiş.

-MALİBU ŞİŞESİNDE BONCUK OLSAM-

İzmir’de çok eski yıllarda boncuk fırınları Kemeraltı Araphan’da bulunuyormuş. Odun fırınından çıkan dumanın yerleşim arttıkça çevreyi rahatsız etmesi üzerine çarşı içindeki esnafın bir bölümü Kemalpaşa’daki Kurudere’ye, bir bölümü de Görece’ye gitmiş.
5-6 ailenin yaptığı boncuklar, İstanbul’daki biri Ermeni, biri Yahudi biri de Kayserili 3 tüccar tarafından alınıyormuş.
Kemal Bey’in yalancısıyız; bu tüccarlar o kadar düşük fiyat veriyormuş ki artık boncuk işini yapmak isteyen çıkmıyormuş. “Hala çalışan ustalar da günlük yaşamayı seviyordu, hammadde bulunmadığı için kalite günden güne düşüyordu’’ diyor Kemal Bey.
Yeri geldiği için ilginç bir anekdotla anlatalım; nazar boncuğunun hammaddesi, cam ve şişe fabrikalarının renkli cam atıklarından oluşuyor. Gelişen teknolojiyle bu fabrikaların artık saydam camın üzerine boyama yapmaya yönelmesiyle hammadde kaynakları iyiden iyiye kurumuş. Hatta bir ara beyaz renkli Malibu marka içki şişesi en makbul hammadde haline gelmiş. Ancak Malibu son yıllarda şişesini değiştirince bu kapı da kapanmış.
‘’Benim bu işe girdiğim yıllarda bira şişesinden bile boncuk yapılıyordu. Bira şişesinden yapılan boncuğa da artık boncuk dememek lazım’’ diyor Kemal Bey.
Boncuğun kaderini kurtarmak için ilk önce hammadde işine el atmış Kemal Bey. Birkaç hurdacıyla boyama olmayan renkli cam atıklarını getirmesi için anlaşmış, cam fabrikalarını tek tek dolaşmış. Hemen sonra Görece’deki ustalara gitmiş. ‘Siz de varsanız bu işi adam gibi yapalım’ demiş. Ustaların da bu işe girmesiyle tüm ocaklarda en güzel hammaddeden en kaliteli işler çıkmaya başlamış. Tabi bu durum fiyata da yansımaya başlamış. Ama Kemal Bey’in o dönemde göremediği İstanbul’un bu işe göstereceği tepki olmuş.

-DEVE ÇANIYLA BİLE KANDIRAMADIM-

Hikayesinde biraz da Kemal Bey’e de kulak verelim;
“Bu tüccarlar, tam 6 ay malımı almadılar. Ustalar üretip getiriyor, depo boncukla dolup taşıyordu. Ama alan yok. Bu işe çok para yatırmıştım. Baktım telefonla olacak iş değil kalktım İstanbul’a gittim. Ermeni tüccarla oturup konuştum. İkna edemedim. ‘Senin ne işin var boncukla git müteahhitlik yap’ dedi. Ben de eğer mal almazlarsa müşterilerine kendimin ulaşacağını söyledim. ‘Senin gücün yetmez o işe’ dediler. Baktım dükkanında deve çanları var. Benim de deve merakım var. Hala da bir devem var Pınarbaşı’nda. ‘Bu çanların hepsini alıyorum’ dedim. İndirdi tezgahın üzerine koydu. Ama dedim ‘bunun karşılığını sana boncukla öderim’. İstemedi ama kabul etmek durumunda kaldı. Böylelikle alışverişin başlayacağını ummuştum. İzmir’e geldim ama yine de sipariş gelmedi.’’

-ANADOLU YOLLARINDA-

Sanıyorum artık siz de ben de Kemal Bey ile yeterince samimi olduk. İsterseniz bundan böyle Kemal amca diyelim.
İlk Körfez savaşının çıktığı yıllar, memlekette 5-6 yılda bir olduğu üzere o dönemde de kriz var. İstanbul seferinden de sonuç çıkmayınca Kemal Amca krizden korkup, oğluyla birlikte Anadolu yollarına vurmuş kendini. Sahil şeridinden Ege, Akdeniz, İskenderun, oradan Ankara, Kapadokya, ve oradan da -İstanbul’a girmeden- Bursa’ya ve İzmir’e... Onlarca kent, yüzlerce ilçe dolaşmışlar, yolda gördüklerine sormuşlar ‘burada hediyelik eşya nerede satılır’ diye.
“İlçenin birinde boncuklarını İstanbullu tüccardan alan bir esnaf, bir önüne serdiğimiz şıkır şıkır, billur gibi boncuklarımıza bir de vitrinindeki soluk, tek tip boncuklara baktı. Telefonla İstanbul’u bağlattı. Ağzına geleni saydı karşısına çıkana’’ diye anlatıyor Kemal amca keyifli bir hatırasını.
Kemal amca güzel anlatıyor, bırakalım sazı ona;
“Malları bıraktık ama bir çok esnafa parayı ‘satınca ödersiniz’ dedik. Aradan biraz zaman geçti. Arayan soran yok. Bir süre sonra telefonlarımız çalmaya başladı. ‘Yahu arkadaş bıraktınız gittiniz, hırsızlık malı mıydı bunlar. Bir daha ne aradınız ne sordunuz. Malları sattık, gelin hem paranızı alın hem mal getirin’.
‘Tuttu bu iş’ deyip tekrar düştük yola. 350 bin kilometre yaptık, 2 araba eskittik. İstanbullu’nun ‘beceremezsin’ dediği işin üstesinden geldik. Kendi dağıtım ağımızı kurduk. Şu anda tüm turistik merkezlerde boncuğum satılıyor, ülkede benim kadar çeşitte ve miktarda üreten kimse yok. Zamanla işin tasarım yönüne ağırlık verdik. Benim amacım para kazanmak değil. İşin sanat yönüne ağırlık vermeye başladım. Farklı ürünlere hevesli olan, sanat yönünden anlayan alıcı kitlesine dönmeye başladım. Cebimin değil kalbimin emrettiği yolda gittim’’
Kemal amca, daha 10 yıl öncesinin ticaret ahlakıyla ilgili bir not da veriyor bu arada; anlattığına göre ‘satınca ödersiniz’ dedikleri parayı eksiksiz toplamışlar Anadolulu esnaftan. Kimse ‘biz sizi tanımıyoruz’ dememiş yani.

-ÇİN İŞİ YUNAN İŞİ-

Sohbetin hemen burasında Çin malını sordum Kemal amcaya. Çin’in sadece nazar boncuğunu değil tüm el sanatlarını öldürdüğünü söyledi ve ekledi: ‘’Biz hala ayaktayız çünkü bu işten zengin olma amacımız yok. Oğlum sevdiği bir işin sahibi. Gelinim var resim öğretmeni. Hepimiz yeni şeyler tasarlıyoruz. Boncuğun kullanım alanını genişletmeye, dekorasyona daha çok yaklaştırmaya çalışıyoruz. Bizim bu yaptıklarımızı Çinliler yapamaz. Buraya Çinli, Yunanlı bir çok insan geldi. Çinliler işi öğrenip taklit etmek için geliyor ama mal verdiğimiz bir Yunanlı daha akıllı çıktı. Verdiğimiz boncuğu başkalarına satarken Yunan malı diye sattığını öğrendik. Kestik alışverişi. Standart üründe eninde sonunda herkes sizi yakalayabilir ama bizim işimiz sanat. Bu yüzden korkumuz yok.’’

-AMACINDAN SAPMIŞ BİR MUHABİR-

Sohbetimiz sonrası Kemal amca beni bürosu ve galerisinde gezintiye çıkarıyor. Açık söyleyeyim kapıdan ilk girdiğimde bir boncuk atölyesinde değil Muğla yöresindeki turistik bir restorana girdiğimi hissetmiştim. Hatta Kemal amcaya “Burada neden restoran gibi bir şey yok” diye sordum. “Herkes bunu soruyor, ‘şuraya yiyecek bir şeyler koysan’ diyor. Burası çok güzel ama unutmayın ki bir boncuk atölyesi. Benim işim lokantacılık değil. Belki fincanda kahve yapabilirim ama o bile riskli’’ diyor.
Bahçenin geniş avlusundan sağa dönünce ben de anladım buranın bir boncuk atölyesi olduğunu. Gördüğüm en sanatsal boncuk ocağıydı karşımdaki. En tepesi tombul, sevimli bir yüzü anlatan bir çift nazar boncuğundan gözleriyle gülen bir çömlek, çatısı kiremit, duvarları camekan bir yörük çadırıydı bu. İçindeki ocağın bacası, duvarları renk renk boncuklara bezenmişti. Diğerlerinin aksine bu ocak gazla çalışıyordu. Ama durun bir dakika. Bunca güzel sohbetten sonra yola çıkış nedenim olan “ateş karşısında çalışanlar” haberime hiç uygun bir durum değildi bu.
Üzüldüm mü ? Hayır.
Ama ‘neden gaz ocağı’ diye sordum Kemal amcaya. Odun ocağında alevin şiddeti tam kontrol edilemediği için camın renginin soluk çıkabildiğini, ayrıca ateş karşısındaki ustanın sıcaktan kan revan içinde kalıp ustalığını tam gösteremediğini, bu nedenlerle gaz ocağında daha kaliteli iş çıkarmanın mümkün olduğunu anlattı.
Kemal amcanın bir nazar boncuğu ibadethanesi gibi süslediği bürosunu, sanat galerisini gezdikten sonra bunca güzellik kaç kareye içine sığar deyip, başladım fotoğraf çekmeye. Ama her santimini de çeksem sığmayacağını anlayıp bıraktım bir süre sonra.
Merkezden aldığım telefonla aracın bana doğru geldiğini, nazarlardan kurtarılmış bölgeden çıkıp gerçek dünyaya geri dönmek gerektiğini öğrendim.

-TAŞ TAHTINDAN OVALARINA BAKTI-

Kemal amcayla aracımı beklerken boncuk merkezli sohbetten de uzaklaşma fırsat bulmuştuk. Kemal amca bana dağ keçilerinin bulunduğu tellerle çevrili araziyi, “buraya hiç usta girmedi, hepsini oğlumla birlikte yaptık’’ dediği depoları, eski telefon direklerinden yapılma oturma alanlarını, yemeklerini pişirdikleri odun ocaklarını gösterdi.
Bahçeden çıkmadan önce gösterdiği ironik sanat eserlerini gördükten sonra aklımda sahipsiz biçimde dolanan düşünce sağlam bir kök buldu.
Aslında karşımdaki adam düpedüz bir şamandı. Kurumuş, içi çukurlaşmış ağaç köklerini saksı yapıp içine çiçekler diken Kemal amca, küçük bir mezarı andıran bu saksının başına da çarpıcı bir mezar taşı yazısı bırakıyordu: “Doğa katiline ölüm”...
İnsana benzeyen ağaç dallarını vernikleyip süslüyor, duvarlara asıp onlara verdiği isimlerle hitap ediyordu. Kırılmış yalak taşlarını alıp traşlayarak kendisine ilk çağlardaki kral tahtlarını andıran koltuk ve masalar yapıyor, bir yastık atarak oturuyor ve eserlerine bakıyordu. Kırılan su testileri için gördüğüm en anlamlı heykeli yapıyordu Kemal amca. “Su testisi su yolunda kırılır” sözünü çok duydunuz. Peki gördünüz mü ? Boncuk Köyün tam girişinde onlar adına yapılmış bir anıt var, mutlaka görün.
Sıcak bir günde ateşli fırınlarına rağmen etrafa büyülü bir serinliğin yayıldığı bahçeden aracıma doğru ilerlerken, gördüklerimi kafamda oturtmaya çalışıyordum. Kemal amcayla vedalaşıp arabama yöneldiğim sırada Boncuk Köy yazılı tabelanın altındaki nazar boncuğuna takıldı gözlerim. Nazar zaten bir şaman inancı, nazar boncuğu da bir şaman takısı değil miydi zaten....El salladığım adam neden bir şaman olmasındı...

-EY DİKKATLİ OKUYUCU

Ha bu arada, dikkatli okuyucu şırınganın hikayesini atladığımı sanmasın. Belki bir saksağan yavrusunun hikayesi bu. Daldan düşmüş yaralanmış, Kemal amcanın dediğine göre annesi ilgilenmemiş. Onu kedi köpeğin pençesine, ölüme terketmeye kıyamamış Kemal amca. Kafeste iyileştirmeye çalışıyormuş. Yavru kuş kuru yem yiyemediği için de unla suyu karıştırıp şırıngaya çekiyor, avucunun içine alıp gagasından içeri boşaltıyormuş. Arada da su veriyormuş. Ben girerken beslemişti, çıkarken de suyunu verdi. Dedim ya can veren bir şamanın hikayesi bu...

DION 11TEMMUZ 2009

1 yorum:

  1. hakkımda bu kadar güzel bir yazı yazdığın için teşekkür ederim. internette tesadüfen buldum. bu yazıyı kimin yazmış olabileceğini çok düşündüm ama aklıma gelmedi. sonra resmini görünce hatırladım. sana ulaşabileceğim hiçbir bilgi bulamadım. sana en kısa zamanda, boncukköyde odun ateşinde, karatava kırk delikli kavurmalı bulgur pilavı ikram etmek istiyorum.
    kemal amcan
    0532 354 09 46

    YanıtlaSil

İzleyiciler