23 Ağustos 2009 Pazar

İç Anlatmaları-2


Dingin Serseri

Gençliğin en güzel yanı

Dönebilmek istediğin yöne

Tepe tepe bu hakkımı kullanıyorum.

Kendimi tebrik edemiyorum, ıssızlaştım.

İçimde koşturan atları, dizginliyorum.

Deftere, kaleme yalan söylüyorum

Posta koyuyorum, küfrediyorum, aldırmıyorum

Çok kalmayacağım zaten.

Velhasıl ben de gelip geçiyorum

Sahip çıkıyorum inceliklerime.

Temiz masa örtüleri, vazoda çiçekler

En güzel demimdeyim, gel.

Bir bardak çayımı iç.

İncitmem sözlerimlen,

“Ne’n var senin öyle?” bile demem.


Dingin bir denizaltı gibiyim

Dalgaların altına indim, yosunların yanına.

Kayıp denizkızlarıyla arkadaşlık ediyorum.

Akşam sefalarına küsüm,

Yokum artık, sürsünler sefalarını

Yaseminlere döktüm içimi,hanımellerini tuttum

Sabaha kalan olmadı.

Baktım olmuyor, delikanlı değiller,

Alemi yok masal dinlemenin.

Ben artık bir masal uydurucusuyum.

Eskiler alıp eskiler satıyorum.

Biriktirip hemen harcıyorum.

Zarif semt adları, çıkmaz sokaklar,

Denize inen yokuşları seviyorum,

Antika fincanlar, tozlu perdeler, film afişleri.

Sevdiğim şehirlerin yemeklerini, uzak ülkelerin lokantalarında buluyorum

Şaşırmıyorum.

Anneme yalan söyleyip serserilerle buluşuyorum.

Meyhanelere giriyorum gece yarıları,

Tehlikeli yollardan geçip,

Şehir efsanelerinden uzak duruyorum.

Şehirlerarası bir otobüs camı gibiyim, alnını bana yasla,

Seyret ve yol bitince in lütfen.

21 Ağustos 2009 Cuma

çekmecelerimden çıkarıp size gösterebileceğim hiçbir mucizem kalmadı
bir ortaçağ meleğiyim ben
tanrının gözdesi, insanların umudu, idealiydim
erkeklerin ve kadınların
ne zaman hakikat yansısa günlerine
benim getirdiğime inanırlardı
şimdi yıpranmış güçlü kaslarım
şimdi kırılmış diri kemiklerim
ve şimdi kargaların utanç veren kahkalarla güldüğü bu kanatlarımla

yaşlanan bir adamım ben
ne olur aramayın yüzümü
ölmüş biriyim kiminiz için
görün gösterdiğim hakikati
bu boş çekmeceler sizin

14 Ağustos 2009 Cuma

arkadiyar

ve tanrı ona şöyle seslendi
cenneti mi istersin, cehennemi mi
cehennem diyorsan şu yoldan hiç sapmadan devam et
cennet istersen
işlemler için sıra numarası almalısın.

araf'ta işler bildik düzenle yürüyordu
ufak bir iyilik için bile bir dizi bürokratik işlemi yerine getirmen bekleniyordu
ve tabii ki herkesin isteği cennete girmekti.

cehennem hiçbir işlem gerektirmiyor gibi görünse de cennette şansını denemek istediğini biliyordu. Sıra mumarasının alındığı cihazdan çıkan kağıttan 3 milyon 696 bin 841'inci kişi olduğunu öğrendi. Dişlerinin arasından ıslık gibi bir küfür kaçırdı. Elini ağzıyla kapattı, etrafına baktı. kendi kendine kızdı. cennete girmek için kapısındayım ve küfür ediyorum. tövbe etti. bir daha küfür etmeyeceğine yemin bile edebilirdi ama etmedi.

Araf'ta işler ağır ilerliyordu.
geniş salonda milyonlarca umutsuz göz, hayali bir ufka dalmış sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu. sıcak, havasız salonda etrafına bakınıp tanıdık yüzler aramaya çalıştı. buranın öbür dünya olduğunu hatırlayıp elindeki kağıtla oynamaya devam etti. yeni ölenlerin açtığı kapı ve görevlilerin kağıt fışkıran dosyalarla dolu tekerlekli arabalarından başka hiçbir şey hareket etmiyor gibiydi. hareket edenler de gıcırdıyordu. sıkıldığını hissetmesine rağmen ne kadar zamanın geçtiğini de anlayamadı. arafta saat yoktu.

hayat boyu varlığından şüphe etmişti. yok dememişti, korkmuştu çünkü var olma ihtimalinden. 'varsa ve ben reddediyorsam bu kötü bir şey olur' demişti. gördüğü rüyanın bu kadar uzun sürmesi, bir türlü bitmek bilmemesiyle anlamaya başladı gerçekten öldüğünü. ve bu rüyada hayat boyu taşıdığı hiçbir şeye inanmama kibri nedense birden silinmiş, tanrıyla tanıştığına gönülden inanmıştı.

korkuyor muydu... öbür dünyada sandığından daha güzel gelişiyordu her şey. tanrı, seçeneğini sorarken bile yargılamıyor yalnızca isteğini soruyordu. üstün olan birinin konuşmasına benzemiyordu hiç, daha çok bir yol gösterici gibiydi. artık korkmadığından emin olarak elini çenesine koydu, yapılabilecek tek şey olan o kısa ve tatlı hayatını hatırlamaya çalıştı. başından geçenleri, özlediklerini, pişmanlıklarını... Çok sonraları bu durum için 'aslında işlemler o anda başlamıştı' diyecekti. Bir kaç kopuk anıda kaybolduktan, zaman zaman dağıldıktan sonra bunun böyle olmayacağını, hikayeye en baştan başlamak gerektiğini düşündü.

ilk hatırladığının ne olduğunu yaşadığı süre boyunca da hatırlamaya çalışmış, kavrulan bir yaz günü dut ağacının etrafında dönerken tele takılıp kafasını yere vurduğu o günden önce her hangi bir şey olup olmadığını sık sık sormuştu kendine. Olmadığını sanıyordu. Zaten bu anı bu hikayenin başlangıcı için yeterince ironik bir olayı aktarıyordu.

Ailesinden öğrendiğine göre dünyaya olması gerekenden geç gelmişti. Doktor üçüncü gün de gelmezse ameliyat demişti. Tehditle gelmişti bir nevi. Sessiz, zeka kıpırtısı vermeyen bir bebeklik sonrası kayıt makinası ilk kez kafanın zemine sertçe çarpmasıyla çalışmaya başlamıştı. Darbe olmasaydı başlar mıydı ? O belki aynı kişinin başka bir olasılık evreninde gerçekleşen hayatının hikayesi olabilirdi. Daha mı iyi olurdu ? Direk cennet olması bakımından şüphesiz iyi olurdu ama yaşam sonrası sonsuza kadar cennette olma ihtimali için hayat boyu cehennem kesinliğini yaşamak aptalca olurdu.

Elini çenesinden kaldırdığında kolunun uyuştuğunu hissetti, hala eli, kolu olan bir yaratık olmasına sevindi. dışarıya baktı, güneş görünmemesine rağmen gündüzdü. hiç bitmeyecek güne alışmaya çalışıyordu.

...dünya takvimiyle aylar geçti. en azından o öyle hissediyordu. her gün, başrolünü kendisinin oynadığı filmin sırasıyla tüm sahnelerini hatırlamaya çalışıyor, yönetmenin her sahnede aslında ne anlatmak istediğini yorumlamaya çabalıyordu. arafa geldiği ilk günlerdeki heyecanı yerini öfkeye bırakıyordu. Anlamsızdı. böyle bir öbür dünya anlamsızdı. cennet için sevap saydırmak, kendini hem sanık sandalyesine hem yargıç sandalyesine oturtmak anlamsızdı.

kafasının içinde dünyadayken cennet ve cehenmem fikirlerine güldüğü, dalga geçtiği sözler yankılanıyordu. bu nedenle buraya ilk geldiği gün kendini baştan kaybetmiş kabul etmiş, böyle bir gerçekliğin ortada olmasına da tepki göstermek için 'cennet mi kalsın, gerçek buysa ben cehenneme giderim' yanıtını vermeyi düşünmüştü. Yerinden kalktı, hızlı adımlarla gıcırdayan kapıyı sertçe iterek dışarıya çıktı. Elinde tuttuğu sıra numarası kağıdını yırtarak küçük parçalara ayırdı. Yalnızca son rakamın yani 1'in yazılı olduğu parçayı tutup cehenneme doğru yürümeye başladı.

Yol üzerinde pratik, şark kurnazı aklı tekrar konuşmaya başladı. cehennemin kesinlikle kötü bir yer olduğunu, orası nihai son gibi gözükse de bu sonun hemen gelmesinin gereksiz olduğunu, cennete gitmek için olmasa bile cehenneme mümkün olduğunca geç gitmek için arafa biraz daha sabretmek gerektiğini anlattı. ikna etti. geriye dönerek tekrar sıra numarası aldı. 2 milyon 461 bin 290 geldi. aldığı ilk sıra numarasının bundan daha büyük olduğunu gördü. önceki numarayı yırtıp yenisini alarak öne mi geçmişti.

tanrının arafta insanları sınamaya devam ettiğini, bu nedenle sabırla acılara dayanmaya çalışmak gerektiğini, sonunda mükafatın mutlak olduğuna kesinlikle inandığını söyleyen biriyle tanıştı. aslında çoğunluğun aynı dünyadaki gibi böyle düşündüğünü farketti. ona ikinci aldığı sıra numarasının neden ilkinden küçük olduğunu sordu. O da işlemlerin düzenli sırayla ilerlemediğini, henüz anlaşılamamış bir sıranın sözkonusu olduğunu, sıra numarası 1 olan bir kişinin bile 1 rakamına sıra gelene kadar beklemek durumunda olduğunu söyledi.
(devam edebilir ama etmeyebilir de)

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Bir İntiharın İçyüzü

-Bir devam öyküsü-

Sözcüklerden bir halat yapıp geçiriyorum özenle hazırladığım ilmiği boynuma. Her sözcük yerini buldukça daralıyor ilmik. Ölüm şeklimi kendim seçtim, bana yakışanı bu.

Beni olsa olsa bir şiir öldürebilir.

Gülme, her şiirde öldürüyorum kendimi biraz daha. Kadınla erkek eşittir diyorum hala. Ölürken de aynı şeyi söylüyor olacağım. Beyin loblarının içinde olan biteni çözemediler hala. Çözdüklerinde herkes çok şaşıracak. Gülme, anlamaya çalış biraz.

Bile bile ölüyorum. Benim yazgım bu, bu olmalı, kendi yazgımı kendim yazmalıyım. Bir yazara yakışır şekilde. Seni tanıdığımda başındaydım öykümün. Şimdi sonundayım, sen hep o öyküde oldun, ama bilmeden ölümüme de sebep oluyorsun. Şimdi son söz ölümün.


Hatırlar mısın, kaza süsü verilmiş bir ölümden daha vahim olanı bir kazaya kurban gitmektir demiştin bir keresinde. Gülmüştüm, dudağımın kenarındaki endişeyi saklayarak. Ne acı ki ben ikisini de seçmiyorum. Ben intiharı seçiyorum. Bile bile ölüyorum. Bu son öykü kendim için olacak-diğerlerinin hepsi seninle birlikte yaptığımız şu duvarda bir sanat eseri gibi duran kitaplığımın en alt rafında mavi telli dosyanın içinde. Mavi telli dosyayı hatırlamış olmalısın- gülümsediğini görüyor gibiyim- ehliyetini çıkarmaya gittiğimizde birbirini tekrar eden kişiler ve işlemlerden biriydi bizimki. Karşımızdaki görevli, ehliyeti yeniden çıkarabilmemiz için yapmamız gerekenleri, ezberini iyi yapmış bir öğrencinin kendinden emin tavrıyla, dilekçe, 6 vesikalık fotoğraf, bir tane de mavi telli dosya olarak sıraladıktan sonra ilgisini önündeki bilgisayara çevirerek artık gitmemiz gerektiğini belli etmişti aklınca. Mavi telli dosya vurgusunu o an algılayamayıp sıra ona geldiğinde, aynı cehennemin içinde biryerde dosya alınan yere gelip işi sadece telli dosya- düzeltiyorum mavi telli dosya hatta sadece bir çeşit mavi telli dosya- satmak olan kişiye;


- Telli dosya alabilir miyim, demiştin verilen görevleri artık tamamlıyor olmanın verdiği rahatlıkla.


Oysa karşımızdaki adam yaptığı işin ciddiye alınmadığını düşünüp - oysa kendi gerçekliğine savaş açtığının da farkında değildi zavallı- üstüne basa basa:


- Mavi telli dosya mı? diye sorduğunda yaklaşık saniyenin onda biri zamanda durumu algılayıp şaşkınlıkla karışık alay ifadesi takınmanın bir çuval inciri berbat edebileceğini ve işimizin ertesi güne sarkabileceğini ışık hızıyla farkettikten sonra şaşkınlıkla karışık alay ifademizi içimize atarak evet demiştik ikimiz de adama. Ne olur ne olmaz diyerek iki tane aldığımız o mavi telli dosyalardan birini bana vermiştin o gün. Şimdi öyküler ve şiirlerim duruyor içinde. O mavi telli dosyayı al benden sonra. Gün gün beni bu son öyküye getiren herşey orda. Her sözcük yerli yerinde, ne bir eksik ne bir fazla.

Şimdi bunları sana neden anlattığımı düşünüyor olmalısın. İnsan olarak yaşadığımız her anın bir anlamı var da ondan. O önemsiz gibi görünen mavi telli dosyanın ve işi sadece o mavi telli dosyayı satmak olan adamın. O adam onu yazmam için ordaydı. Bunu düşündün mü hiç? Ve ben de bu yüzden ölüyorum.

Beni olsa olsa bir şiir öldürebilir.

Bile bile ölüyorum. Benim yazgım bu, kendi yazdıklarımla ölmek. Her sözcük zehirliyor beni biraz daha. Ocağı da açık bırakıyorum eğer ihanet ederse onlar bana.

Hoşçakal,

9 Ağustos 2009 Pazar

burnuna dayadı anahtarı bastı tetiğe

kapının açılmasıyla sanki ölümle yüzyüze gelmesine gerek kalmadan
yaşamın değerini anlayacaktı
biri, bir şey, kolları elleri olan bir şey
bir gül uzatacaktı ona
bir kırbaç uzatacaktı
ama anahtar kilidin içinde amaçsızca döndü.
şiir içinde de düzyazı içinde de olsa sabrı test etmek aptalcaydı
çünkü anahtar sonsuz dönüşte kilit sonsuz duruşta kararlıydı.

'amor fati'yi düşündüğünü hatırladı az önce
kaderini sev derken tam olarak ne anlatmak istemişti bilge
evrimde bir adım geride kalmış bunca elsiz, kolsuz yaratığın çokluklarıyla kurduğu egemenliği mi sevmek
böyle düşününce kendini tanrının oğlu gibi hissediyordu
ama kapının bir türlü açılmaması öyle olmayabileceğini,
tanrının pekala olmayabileceğini düşündürüyordu

usanıp eşiğe oturdu, kafasını kapıya dayadı
elinde tuttuğu anahtarı burnundan içeri sokarak gözünden akan yaşa aldırmadan
en dipteki kıkırdağın üstüne yapışmış kuru sümük parçasını söküp, sürüyerek çıkardı.
ışığın altında dikkatlice inceledi.
annanesinin, kafasının üzerine gerilen örtünün üzerinde tuttuğu içi su dolu cezveye, ateşten aldığı tavadaki kaynamış kurşunu döktüğü anı hatırladı. cosss.
cezveden çıkarılan garip şekilli metali elleriyle inceleyip üzerinde nasıl nazarlar ve büyüler olduğunu saptamaya çalışmışlardı annesi ve bir kaç kadınla birlikte.
beyninin içinden söküp aldığı yeşil kurşunun kıvrımlı şekillerine bakıp kapının açılıp açılmayacağına ilişkin alametler görmeye çabaladı.
olmadı. anahtarını ve ellerini yıkadı.
tanrıyla uğraşmaktan vazgeçmeye karar verdi.
kapıya arkasını dönüp uzaklaşırken baş kısmında kader yazılı anahtarını neşeli bir hareketle havaya atıp yere düşmesine izin vermeden tuttu
henüz tek bir anahtar olduğundan roman kapısından giremeyeceğini biliyordu, ama elindeki tek anahtarın öykü kapısını bile açamamış olmasına üzüldü.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Boktan bir yalnızlık

Boktan bir yalnızlık benimki, sözcüklere sığınıyorum kimse görmüyor. Kimse görmüyor. Kimse görmüyor. Görse de oralı değil sanki. Zırvalar Kitabı’nın önsözünü yazdım. İçindeki zırvaları seçmeye geldi sıra. Ölümsüzlük iksirinin formülünü yazıyorum. Diğerleri gibi, ben de yazmak denen esrarlı gerçeğin sırrına eriyorum yavaş yavaş. Ellerim titriyor, gözlerim kararıyor harflerden, kelimelerden, paragraflardan, dizelerden uzak kalınca. Buluşuyoruz sonunda.
Kadınla erkeğin eşitliği üzerinde sağ beynimle sol beynim tartışıyor kendi arasında. Sonuç: Kadınla erkek eşittir. Onları eşit kılan sadece ve sadece bir ayrıntıdır. Aksini iddia edenlere açıklanmak üzere ayrıntı bende kayıtlı. Yazıda doğru yer değil belki ama içimde bağırarak gerçekliğini anlatma isteği uyandıran bu önerme yerini bulmuş olmalı en sonunda.

Boktan bir yalnızlık benimki, birbirinin tekrarı öğleden sonralardan birinin akşam üzerine yol alan saatlerinin hüznüdür belki de algıladığım. Birbirinin tekrarı öğleden sonralardan birinin akşama kanat açmış zaman yelkenlisinde yolalıyor camdan yapılmış sabahlarım. Boktan bir yalnızlık benimki, aynı akşama çıkıyor bütün sabahlar. Dünyanın bütün sabahları geri dönüşsüzdür, repliği düşüyor aklıma. Alain Corneau’nun Dünyanın Bütün Sabahları’ndan.
Dorian Gray’in sonuna hayran oluyorum. Tam benim bitirmek istediğim gibi. Kendi gençliğine hapsolan Dorian Gray. “Cennet de cehennem de içimizde” diyor kitabın bir yerinde Gray.

Boktan bir yalnızlık benimki, en derin yeri(*) iki sözcüğün birbirine olan uzaklığı kadar. Ne kadar uzak olabilir ki sözcükler birbirine? Aklımız mı koyar uzaklığı, yoksa sözcükler mi belirler birbirine olan mesafeyi? Kim belirler bir diğer nesneye olan uzaklığını? Sorular kaplıyor kafamın içini ardı ardına, sorular. Cevaplarını bul diyor bana. Cevaplarını bul. Sonucu yalnızlık olsa da.

(*) Gümüş

boktan bir sonsuzluk

varlığı ya da yokluğu konusunda kimsenin ısrarcı olmadığı bir cesedi örtüyordu tuvalet kağıdı.
hep birlikte oluş içinde yüzüyorlardı. tepelerindeki bozuk sifon, zamanı hatırlatma telaşıyla damlalar salıyordu üstlerine.
gökgürültüsüyle başladı cenaze töreni. ceset önce morga sonra kimsesizler mezarlığına gitti. dünya bir pislikten daha kurtulmuştu. kağıdın buruştuğu, katlanıp ıslandığı gölgeli bedeninde bir hikaye aradı gözlerim. sanki büyük ruh benim için not bırakmıştı bir yerlere.
öl, gel, ol, git...
yok. daha ölmemiştim. kafamı bu konuda karıştırabilecek bir istencim olsa da bu en fazla ara vermekle ilgili olabilirdi. mevcut şartlarda olanaksız gibi gözüken yaşama ara verme istenci.
süreli ölüm..
sürekli yaşam yoruyor insanı, ardardalık ağır geliyor beyne ve bedene. aynı günün ve gecenin durmadan tekrarlanması mayasıyla yoğrulmuş sanki tüm olan. her şey sonsuzca tekrarlanmak zorunda. işte bu yıkıyor beni.
aynı derede tekrar yıkanılmaz demişti heraklit. kaçırdığı bir nokta vardı bence, su değişse de yıkanma eylemi ve yıkanan hep aynıydı.
herkes ayağa kalksın şimdi bugünün duasını okuyacağız. tekrarlayın.
büyük ruh,
küçük insana
sonsuz tekrarlara
dayanma gücü versin
amin

İzleyiciler