20 Haziran 2009 Cumartesi

orada...
sudan fırlamış bir balık gibi zıplayan kalbin tam altındaki karanlık bölgede.
neye benzediğini asla göremeyeceğiniz bir yerde. aslında orada olup olmadığını da bilemeyeceğiniz.
kanıtlayamam size bunu. ama milyarlarca hücre, onlarca organ, kemik, eklem, kan, sümük yanılıyor olamaz.
tam şu anda bir elma yiyorum. kırmızı, tatlı bir elma. ve o da öğreniyor onun varlığını mideme ulaşmadan, ekşiyerek belli ediyor bunu.
içimdeki kentte duymadığım sirenler, nereden geleceği, gelip gelmeyeceği belli olmayan bir saldırıyı haberliyor çünkü.
Böbreklerim, belim, ellerim biliyor, ürkek bağırsaklarım tedirgin. Karaciğer sessiz, akciğer bozuntuya vermiyor pek. ama şişintisi gururlu bir aslan gibi değil artık. karanlık bir odada iğnelerin arasından geçiriyor balonunu.
tabii ki merak ediyorsunuz beynimle ve onun acı durumuyla ilgili tasvirimi. ama zor bu iş af buyurun. kendi çaresizliğini, beceriksizliğini boşluk veya fazlalık bırakmadan tarif ettirmek bir akla. şöyle efradını camii ayarını mani biçimde... zor.
uzun soru listeleri geldi ilkin aklıma, eski yazıcılardan akan istihbarat raporları gibi.
kenarı delikli kağıtlar... sabah akşam durmadan...
arada, bir kadın gelip koparır onları özensizce. son sayfalardan geriye doğru tesadüfi biçimde bakar.
sanki aranan şey büyük harflerle ve kalın biçimde yazılıymış gibi üstünkörü kaydırır gözlerini. katlar, kolunun altına iliştirir ve gider.
yazıcı hızar gibi işlemeye devam eder. hayat şerit gibi akmaya devam eder bu hızarın önünden. an gibi bir hızarın. (zaman diyorlar buna kimi ya ben demiyorum. Elmaya da teessüf ediyorum. bu kadar şerefsiz olunmaz.)
beynimin mütevazi organik donanımında büro işleriyle yükümlü nöronlar farketti ilkin garipliği. kabarcıklanıyordu kalpten gelen kan. önceleri 'geçici bir sorun, zamanla iyileşir' dendi, tüm diğer sorunlar gibi.
ilk köpüklenmeler görüldüğünde hangi kitabı okuyordum bilmiyorum. kime hayrandım yine, hangi hayali roldeydim. tek bildiğim beynimden kanıma, kanımdan karnıma ve tüm damarlarıma o sinsi ürpertinin yayıldığıydı.
sıkıntı tekrar kalbime ulaştığındaysa büyük kan dolaşımını tamamlamış, tüm bedenimde namını duyurmuştu.
bir şiir yazarken ona ad koyma telaşı sırasında anladım ne denli büyük olduğunu ve tehlikeli. çünkü onun adı Neden'di. tümevaran mı tümden gelen mi, sonradan mı önceden mi doğan bilemediğim.
Kendi nedenini, neden sorusuna cevap bulunamamasına bağlamış bir kederdi bu. umutsuz bir çözümsüzlük. bir virüs, kanser gibiydi. bölücü, yıkıcı, parçalayıcı, yok edici, devrimci, anarşist. kötü, korkulan her sıfat yakışıyor ona. ama anlatmıyor onu.

-geçen gün tavukçuda gördüm seni. dönüyordun güneşinin etrafında. hakikatim diyordun ona. bronzlaşarak tatlanıyordu belli ki tenin. tavukçu habire krem sürüyordu etine buduna. tavukçu imam hatipten terk, bu işi biliyor, belli. plajın içinden bir de şiş geçiyordu, bir tutku gibi bir amaç gibi bir şiş. tutunmuştunuz ona cemaat olarak ama niye anlamadım. soramadım da neden. 22 tavuk yanılıyor olamaz dedim vardır bildikleri-

nöronlar demiştim, benim küçük işçilerim. sigortasız, karın tokluğuna, sanki bu devlet babalarının. 'bir duman kokusu yayılıyor' dediler, tutuşuyor hücreler. 'kabarcıklar' dediler, birer neden taşıyorlar vücudun meydanlarına, ara sokaklarından. duman gibi yayılıyor fısıltı bünyenin dört yanına. neden...
demiştim ya beynimde o sırada iktidarda kim vardı hatırlamıyorum. ama 32 yıllık genç devlet tehlikeli bir dumanla kaplanıyordu. o dönemde ülke, tüm ideaların çekiçle dövülüp kaybedilmemesi gereken sanatsal zenginlik kıvamında müzeye kaldırıldığı bir yerdi.
aydınlığın önünün kapanmasına asla izin verilmez, mağaraların önleri her daim temiz tutulurdu.
ideaların, mantığın askerlerinden kaçacak nebze kurnazları karanlık köşelerdeki şatolarına çekilirdi. ancak gözler kapanıp, yorganın sıcaklığı ve bilinçaltının ışığı vurunca sokaklara, eski şanlı türkülerini söylerler, naralarını atabilirlerdi. izin veriliyordu sanki onlara ölmesin diye yaratı.
hücreler arasında çeşit çeşit söylenti dolanır dururdu. kimine göre şehir efsanesi kimine göre komplo. en büyük idea, beynin içindeymiş. mahsus yasaklıyorlarmış ideaları ki o hep başta kalsın.

-bizim arkadaşın oğlan askerliğini beyincikte yapmış onun bir arkadaşı nöbetinde görmüş. açılınca kapısı hipotalamusun o gün, görememiş içeride bir ışık ve gölgesinden başka bir şey. ışık demiş nasıl maddeden süzülmeden gölge doğurur. sonra o arkadaşını izne göndermişler apar topar, bir daha da dönmemiş, haber de alamamışlar ondan. öyle dedi zerdüşt-

duman, zamanla alışılan bir kıvamda tütmeye devam etti. Lakin hiçbir şey dumandan önceki gibi değildi. Bir keder bulutuydu bu, omuzlardan gözlere oradan kalbe doğru ağır ağır yağan bir yük. Akillerin yıllardır hüznün nedenini bulmaya yönelik çabasının dumanı körüklemekten başka bir şeye yaramadığına inanılınca ideaların naraları duyulmaya başladı artık güpegündüz.
Düzen bozuluyordu.
yıllardır çıkmaktan ölüm gibi kaçındığı seyahati düşünmeye başladı akıl. Dumanın çıktığını bildiği yere, kalbin tam altına bir manga mantık askeri gönderilecekti. Oralarda pek sevilmeyeceğini ve hatta belki nefret edileceğini bildiği için bu askerlerin, ellerine beynin fermanı da verilecekti. Geçmişe yolculuk edeceklerdi ellerinde padişahın özür fermanıyla. Bilinçaltının çamur rengi göllerinde yaşayanlardan af dileyecekti kral.
herşey hazırdı yol aldılar tersine akrebin yelkovanın, kaç selamlaşma geçti karşılıklı. İndiler karanlık bölmelerine hafızanın, açılmamış kilitlerini açtılar dillerinin.
yoldayken kral durmadan kutsal saydığı dizeleri mırıldanıp durdu. duyulabilen ve hatırlanabilenlerden biri galiba şuydu;

-Ağırlaşmış cesedi insanın
Bu mavi tabut dibe çöker
Kendisi ve tanrısının etrafında dönerek
Ve felaketi çağırır aynılık
Sayıklar durur dayak yiyen peygamber
neden neden neden-

boğazı aşıp vücudunda hiç gezinti yapmamış bir beynin, tanımı konamayan ama genelgeçer bir ifadeyle evrenini sarsan derin bulantı sonrası uzak topraklarına yaptığı tedbili kıyafet seyahatin seyir defterinden notlar:
...güneşin beni görmemesi için uzun süre gece yolculuk ettim, gündüzleri gölgelerde uyudum. vücudumun içinde ölmekten korkuyordum.
kalbin değişken ama güçlü gölgesinin altında olduğum günlerden biriydi.
varlığını daha önce bilmediğim bir kentin yakınlarında.
'tanrı öldü leşi kokuyor'. çamurlu bayırlardan yaklaşan yaşlı kadın bağırıyordu, nereye gittiklerini bilmeyen göçmenlere.
'orada, doğduğunuz topraklarda. susun ama unutmayın bu kokuyu'
zalim dipçikleriyle askerler susturmaya çabalıyordu kadını.
've güneş, bunu kimse bilsin istemiyor' diyordu kadın ancak kendisinin duyabileceği bir sesle, yatırıldığı, ezildiği yerde....
beyin, tedbili kıyafet geldiği kalbinin çorak topraklarında, gördüğü bu olayı hiç unutmadı. yaşlı kadının ölmeyip sözlerine devam etmesini istedi ama hiçbir şey yapamazdı. doğruyu söylemekten başka amacı kalmamış kaç insanın böyle öldürüldüğünü düşündü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İzleyiciler